Kendinden emin yavaş yavaş ilerliyor. Ne onun, ne onu iten ellerin acelesi var. Hele benim hiç yok. Tekerler beton zemindeki çatlaklara girince, sağa sola doğru tatlı tatlı sallanıyorum. Yine de kafam bulunduğu yeri kaybetmemekte ısrarcı. Sadece yüzümün yönü değişiyor, o da azıcık… İnatçı olduğumu, canın çıkıp huyun çıkmadığını söylerlerdi… Artık çok geç de olsa, ilk defa onlara bu kadar hak veriyorum. Ellerim göbeğimin üzerinde huzurla kavuşmuş, yolculuğun en heyecanlı anını bekliyorum. Sakar birisi olmama rağmen inanılmaz güvende hissediyorum. Nasıl hissetmeyim? Tabuttan da düşecek halim yok ya!
Yoksa şaşırdınız mı? Şaşıracak bir şey yok. Ben, yakılmak üzere olan bir ölüyüm. Hem de tam tamına üç gündür.
Ölüler hiçbir şey hissetmez derler. Yalan! Duyularım bu derece açılmak için neden ölmemi bekledi bilemiyorum. Her şeyin o kadar farkındayım ki keşke yaşarken de böyle bir farkındalığım olsaydı diye hayıflanıyorum. Buz gibi morgdan sonra giderek yaklaştığım kapının ardındaki sıcaklık parmaklarımın ucundan başlayarak içimi ısıtıyor. Hayatım boyunca soğuğu hiçbir zaman sevmemiş, ne zaman fırsat bulsam sırtımı güneşe dönüp kemiklerimi ısıtmanın hazzını sürmüştüm. İşte şimdi artık bu hazzın zirvesine ulaşmak üzereyim. İzlediğim bir videodan anladığım kadarıyla, önce dokuz yüz derecelik kısık ateşte kırk elli dakika kadar yanarak kararmış bir tepside kemiklerimle kalacağım. Endüstriyel bir mixerdan geçtikten sonra nihayet sıradan bir kavanozda külleneceğim. Tepsiden kavanoza boşaltılırken kavanozun kenarında kalan zerrelerim yumuşak bir fırçayla içeri doğru itinayla süpürülecek. Artık ne kadar olabilirse tabii… En son beyaz latex eldivenli bir el fırçanın ucundaki tozlara orta ölçekte bir fiske vuracak. Üstü kalsın istemem! Ne yolculuk ama! Keşke geride bıraktığım hayat da bu kadar eğlenceli, sürprizlerle dolu olsaydı!
Ardımda kalanlar yas sürecini çok geçmeden atlatacaklar. Kimseye alınmış yahut kırgın değilim ama hayat gerçekten de çok acımasızmış! Sen tut boşlukta salınırken yüzüne vuracak ışıktan, ilmeğin ne kadar dayanıklı olması gerektiğine kadar her şeyi en ince ayrıntısına kadar hesapla… Kusursuz bir intihar için her şeyi kendi emeğinle hiçbir yardım almadan yap… Son anında, sandalyeyi yanıbaşındaki celladın yüzüne tükürüp deviren bir devrimci kadar onurlu ol…Üstelik yaşın da daha kırk!
Ve tüm bunların yankısı taş çatlasın on on beş gün sürecek olsun… Olsun! Hem ne demişler, olmuşla ölmüşe çare yok. Neyse ki espri anlayışımı tabutta bile sürdürebiliyorum da bu durumla başa çıkabiliyorum. Elbette, bu olgunluğa erişmem kolay olmadı. Zaman içinde hamdım, piştim, şimdi yanma zamanı! Hem de tam anlamıyla! Her neyse gırgırı bırakıyorum… Size daha önce kimseyle paylaşmadığım bir sır vereceğim, hani kavanoza kadar dedikleri türden.
Gerçekte hiç kimse umrumda değil. O hariç. Platonik aşkım, Hasret Kül… Birazdan farklı tonlarda griye dönüşecek olmama rağmen onun hakkındaki her şey hafızamda hala o kadar berrak ki!
Onu en çok ileri derece miyop gözlüklerinin ardından bile görünen yeşil gözleri, turunç kokusu ve iflah olmaz kimya aşkıyla hatırlıyorum. Anlayacağınız üzere o kimyaya, ben ona aşıktım. Ta o zamanlarda bile iddia edilene göre aşk kimyasal bir tepkimeden başka bir şey değildi. Madem öyleydi, kimyası bu kadar iyi olan bir kız neden bendeki bu basit reaksiyonu anlayamıyordu ki?
Bu soruları sorduğumda henüz on üç yaşındaydım ve teselliyi çoktan sigara gibi başka kimyasallarda aramaya başlamıştım. Anlaşılan onun gözünde sadece sümüklü bir oğlandım. Gerçi ona hiçbir zaman açılamamış, durumun kendiliğinden anlaşılmasını, tabii ki sonunda da karşılık bulmayı ummuştum… Ama ne fayda… Ne ona yaklaşacak kadar cesur, ne kaçacak kadar ödlektim. Bu arafta tam tamına beş sene geçirdikten sonra kader zaten hiç birleşmeyen yollarımızı ayırdı. Üç yanlış bir ihtimali götürdü.
İkimiz farklı şehirlerde üniversite kazanmıştık. O en yüksek puanla girilen üniversitenin Kimya Mühendisliği bölümüne girmiş, bense sıradan bir okulda Sosyoloji’yi kazanmış, onun yokluğunu gidermek için de sokaktan kül rengi bir kedi evlat edinmiştim. Hem aşk yaramla biraz eğlenebilmek hem de çok zayıf olduğu için ona “Külüstür” adını vermiştim. Külüstür, genelde evdeki kitapların üzerine yatar, huzur içinde uyurdu. Turunç kokmuyordu ama uykudan uyandığında tıpkı onun gibi bakıyordu: yeşil ve hafif şehla!
Sanıyorum gerçekten de her şey öyle olması gerektiği, başka türlü olamayacağı için öyle oluyordu! Sakıncalı sakallı haklı olabilir miydi bilmiyorum ama Külüstür son nefesini verene kadar hep onun gibi bakıp, tüm sosyoloji kitaplarını uykularında hatmetmişti. Zaman zaman bana isyan ettiğini, küçük burjuva gözüyle küçümseyerek baktığını bile seziyor, haklı noktaları olduğunu bildiğimden de göz göze gelmekten kaçınıyordum. Ama Külüstür’ün en sevdiği kitap başkaydı: Ortaçağ’da Simya. Bir gün evden kaçarak sitedeki bir çam ağacının tepesine tünemiş, bir türlü indirememiştik. Son çare bu kitabı getirmiş, ağacın dibine koymuştum da herkes gidince inerek tüm gece üzerinde uyumuştu. Hasret olsa eminim o da aynı kitabı seçerdi.
Kıymetlimi, o ağacın dibine ağlayarak gömdüm. Başucuna ise “Sen Külüstür değil, Külüstün’dün… Sana haksızlık ettiğim için özür dilerim…”, yazan alelade bir tahta diktim. O güne kadar ona o ismi, Hasret’e kızdığım için verdiğimi fark etmemiştim. Demek, onun varlığımın farkında bile olmaması, ergenlik boyunca zaten trapezde gezinen özgüvenimi kafa üstü yere çakmıştı. Onu unutmayı hiçbir zaman başaramış, olası ufacık bir ihtimalin hayaliyle yaşama teğellenmiştim.
Biliyordum, bir gün hep hayalini kurduğum şey gerçekleşecekti. İkimiz öyle özel bir an yaşayacaktık ki ölsem de gam yemeyecektim.
Geçici bir sürü işin ardından bir üniversitede kadrolu olarak akademisyen pozisyonu bulmuştum. İyi bir semtte oturuyor, arada sırada arkadaşlarımla sosyalleşiyordum. Görünüşe göre hayatımda her şey yolunda gidiyordu gitmesine ama Kül’ün nerede olduğunu, ne yaptığını deli gibi merak ediyordum. Ne kadar uğraşsam da onun izini bulamamış derin bir umutsuzluğa kapılmıştım. Liseden ortak arkadaşlarımızdan da net bir cevap alamıyordum. Kimisi onun artık yurtdışında yaşadığını, kimisi evlenip çoluk çocuğa karıştığını duyduklarını söylüyorlardı. Ya evlendiyse! Bunu düşününce sol kolum uyuşuyor basbayağı bayılacak gibi oluyordum. Her geçen gün onu daha çok düşünüyor, umutsuzluğum katlanıyor, daha çok dibe vuruyordum.
Meyhanelerin tanınan simalarından olup çıkmıştım. Herkes “hocam hoş geldiniz”, diye karşılıyor, “hocam kapatıyoruz, başka bir isteğiniz var mı?” diye yolculuyorlardı. Tahmin ettiğiniz gibi önce bir iki kadeh gibi masum görünen bir miktarla başlayan içki maceram beni tam bir akşamcıya çevirmiş, şişeler kifayetsiz kalmıştı. Hele içtiğim sigara miktarını düşündüğümde şu daracık tabutta nefessiz kalıyor, boğulacak gibi oluyorum.
Okuldaki işimi iyiden iyiye aksatmaya başlamış, sonunda oradan da kovulmayı başarmıştım. Özel hayatım da pek iyi sayılmazdı. Bir iki ilişkim olmuştu ama onlar da bana çok dayanamamış, kaçıp kendilerini kurtarmışlardı. Olsun benim “ihtimalim” vardı. Başka da hiçbir şeye ihtiyacım yoktu. Karşıma çıkacaktı veya o beni bulacaktı. Hatırlayacaktı bu sümüklüyü. Kim bilir neler neler geçecekti başımızdan… Çıkmadı… Ben hep bir ihtimali bekledim durdum.
Sonra bundan üç gün önce liseden en yakın arkadaşlarımdan Vecdi meyhaneye geldi, düşünceli bir tonda söze girdi,
“Buraların demirbaşı oldun artık, hadi kalk gidelim yahu, yeter…”
“Bırak ya iyiyim ben…”
Koluma girip ayağa kaldırmaya çalıştı ,
“Değilsin abi, hadi…”
“Ya bırak kolumu Vecdi, kalbini kırarım bak! İstiyorsan otur bir kadeh iç benimle, ben buradayım daha.”
Çaresiz oturdu. Kısa bir sessizliğin ardından,
“Hasret’i hatırlıyorsun değil mi? Hani şu bizim sınıftaki Kimya dehası?”
Kalbim yerinden çıkacak gibi çarpmaya başlamıştı. Onun hakkında bir şey biliyordu anlaşılan ama ne? Derken gözlerimin içine bakarak duymaktan korktuğum cümleyi söyledi,
“Evlenmiş biliyor musun? Hem de …”
Hiçbir şey diyememiştim. O konuşmaya devam ediyor, muhtemelen Hasret’in kaç çocuğu olduğunu, kocasını da liseden tanıdığımızı falan anlatıyordu duymuyordum bile,
“Bir de çok tuhaf bir işi varmış… İlhan iyi misin abi? Şşşt, kime diyorum alooo!”
Vecdi endişelenmiş ama halime anlam verememişti. Bunca yıldır beni ayakta tutan ama artık olmayan bir ihtimalin benim için önemini elbette bilemezdi.
“İyiyim, iyiyim… Hadi gidelim, sıkıldım”
“E, rakı daha yeni geldi abi. Otur iç dedin ne oldu şimdi?”
“Fazla kaçırmışım Vecdi, ben çıkıyorum sen devam et. Hadi selametle”, dedim ve mekandan ayrıldım. Sırtımda Vecdi’nin şaşkın bakışlarını hissedebiliyordum.
Soğuk bir İstanbul akşamıydı. Yakam bağrım açık, elimde sigara ne kadar karanlık sokak varsa hepsine girip çıkıyordum. Kaybolmak, yok olmak istiyordum. Demek elimde kalan tek şey olan o ihtimal de artık yoktu. O zamana kadar boş bir hayalle bunca zaman yaşadığımı belki yine biliyor ama hiç değilse kendimi kandırabiliyordum. Şimdi o da elimden gitmişti. İşte o gece vasiyetimi yazdım. Gidişimi kimyasal bir tepkimeyle, yakılarak taçlandırmak istiyordum. Eminim Bayan Kül de böyle yapardı. Yasaları falan hiç araştırmamıştım. Türkiye’de bunun yapılıp yapılamayacağını bile bilmiyordum. Olsun dedim, belki böyle bir ihtimal vardır ve yakarlar. Yoksa da ne yapalım yani?
Oturduğum sandalyeden kalktım, çıplak ayakla üstüne çıktım. Biraz uzunca bir ipe ihtiyacım vardı, ama elimdekilerin hepsi kısaydı. Parmak uçlarımda da olsam yeterince yükselemiyordum. Gözüm yerdeki kitaba takıldı. Evet, bu Ortaçağ’da Simya idi. Sandalyenin üstüne koyup üzerine çıkınca artık boynum yaptığım ilmekten geçecek yüksekliğe erişmişti. Üzerinde hala Külüstür’ün tüyleri vardı. Ne çok özlemiştim onu. Sanki, bu kitap başka bir diyarda, başka suretlerde karşılaşsak da birbirimizi tanımamızı sağlayacaktı. Belki Hasret’le bile aramda bağ kurabilirdi kim bilir?
Sandalye tekmemle beraber iki ayağının üzerinde düşmeye direnir gibi şöyle bir sallandı… Önce kitap düştü yere, sonra kendi devrildi.
Şansım yaver gitmişti. Çok acı çekmedim. Ve daha da şanslıydım ki yakılabilecektim.
İşte şimdi bu tabutta fırına doğru götürüyorlar beni. Keyfime diyecek yok. Neden bilmem beni götüren kişi bir yerde duruyor, uzaklaşan adımlarını duyuyorum. Tedirgin oluyorum. Sonra çok tanıdık bir koku geliyor burnuma.