davetsiz misafir yolcu yolculuk

Davetsiz Misafir

Orada istenmediğimi biliyordum. Yine de bir an evvel gitmeliydim. Aksi aklımın ucundan bile geçmiyordu. Buna karar verdiğimden beri günlerdir nasıl yapacağımı düşünüyordum. Hiçbir şey hatta o bile beni engelleyememeliydi. Gözlerinin içine bakıp ‘geldim… istemesen de, beni ömrümce yok saysan da geldim…’, diyebilmek için her şeyi göze almalıydım. Belki o ana kadar istenilmeyen özlenene dönüşecek, gözündeki ufacık bir ışıltıyla o puslu hava kül olup üzerimize örtülecek, bir anne çocuğunun üstünü örttüğünde ona nasıl hissettirirse bize de öyle hissettirecekti. İşte o zaman kötüye dair ne varsa yok olacak yeni ve sadece ikimize ait bambaşka bir dünya var olacaktı.

Belki dilediğim bu iyimser son için çok geç kalmıştım ve tüm bunlar beyhude çabalardı. Yine de gitmeden bilemezdim. İşte sırf bu yüzden son bir kez bile olsa orada, gözünün içinde durmalı, her şeyi onun gözlerinde görmeliydim. Ama nasıl? Normal yollarla bu amaca ulaşamayacağım aşikardı. Gitsem kapısını çalsam, o kapının açılmayacağını biliyordum. Sokakta veya kalabalık bir yerde karşısına çıkmayı ise hiç istemiyordum. Sadece o ve ben olmalıydık. Ama nasıl?

Gecenin bir vakti kimsenin uğramadığı küçücük bir parkta sarhoş kafayla bunları düşünüp bir çıkış yolu ararken, tekelin ucuz şarabımı sardığı gazete parçasında bir ilan gözüme çarptı,

Hep gitmek istediğiniz bir yer oldu ve siz oraya gidemediyseniz artık üzülmenize gerek yok!

Deneyimli kadrolarımızla ‘Otostop Astral’ hizmetinizde. Gelin düş otobanında beraber yolculuk edelim!

Usta gezginlerimizden birebir alacağınız sadece bir günlük hızlandırılmış kurslarımız başlıyor. Mesafe fark etmeksizin gidiş-dönüş kurs ücretimiz 250TL, tek yön 150TL’dir.

Kayıt ve detaylar için tel: 0 900 9 A S T R A L

Elim telefona ne ara uzandı da o numarayı çevirdim hatırlamıyorum. Santralde sıramı beklerken, Iggy Pop’un “The Passenger” şarkısı çalıyordu. Yaptıkları işe bayağı uyumlu bir şarkı seçmişler diye düşünürken birden şarkı kesildi ve telefonun diğer ucunda bir kadın sesi olanca profesyonel diksiyonuyla sordu,

“Merhaba sayın yolcu, ben Vesile, size nasıl yardımcı olabilirim?”

Panikledim,

“Merhaba, ilanı görünce nasılsa numarayı bir anda çevirmişim. Kusura bakmayın rahatsız ettim.”

Telefonu kulağımdan hızla uzaklaştırırken kadının buğulu sesini bir kere daha duydum,

“İstediğiniz ve istenmediğiniz her yere gidebilirsiniz.”

Cümlenin ilk kısmı birkaç kere daha ıssız parkta yankılandı, ya da bana öyle geldi, “İstediğiniz ve istenmediğiniz her yere… istediğiniz ve istenmediğiniz… istenmediğiniz…” Kırmızı telefon simgesinin üzerindeki baş parmağım görüşmeyi sonlandırmak konusunda en az benim kadar kararsızdı.

Sesim titreyerek ağzımdan kırık dökük bir soru cümlesi dökülüverdi,

“Her yere mi?”

Sesimdeki tedirginliği fark etmiş olmalıydı, güven veren bir tonlamayla net cevap verdi,

“Elbette. Dersimize katılın memnun kalırsanız ödeme yaparsınız. Ayrıca paranız yoksa da önemli değil biz kar amacı güden bir kurum değiliz. Bizden memnun kalarak arkadaşlarınıza tavsiye edeceğinizden eminiz.”

“Hayır, para sorun değil. Ama bir şeyi merak ediyorum. Tek yön seyahat nasıl oluyor?”

“Kimi yolcularımız bu dünyanın hayalin kötü bir taklidi olduğunu düşünüyorlar. Taklitte yaşamaktansa gerçeğinde yaşamayı tercih ediyorlar.”

Hiçbir şey anlamamıştım. Her şey birbirine girmiş kafam karmakarışık olmuştu, bozuntuya vermedim,

“Anlıyorum…”

“Anladığınızdan eminim. Yarın geldiğinizde size nasıl hitap etmemizi istersiniz? Dilerseniz kendi adınızla yahut bir rumuzla katılabilirsiniz. Çoğu yolcumuz kendi isimlerini vermekten imtina ediyorlar. Siz hangisini tercih edersiniz?”

“Yarın mı?” diye içimden geçirdim. Her şey çok hızlı ilerliyordu. Henüz böyle bir şey yapmaya karar vermemiştim. Neyse en kötü ihtimalle yarın arar ve gelemeyeceğimi söylerdim.

En güzelini bulduğumdan ve yaratıcılığımdan emin bir şekilde durumuma pek uygun şu rumuzu söyleyiverdim,

“Bana Misafir… Davetsiz Misafir diyebilirsiniz.”

“Ahh, çok isterdik beyefendi ama bu rumuz daha önce kullanıldı. Dilerseniz DavetsizMisafir76 uygun.”

Benden önce en az yetmiş beş kişinin bu rumuzu istediğini düşündüğümde kendimi hayal gücü kıt bir embesil gibi hissetsem de uzatmak istemedim. Ayrıca takdir edersiniz ki o anda pek rumuz düşünecek halde değildim, kendime bu kadar yüklenmemeliydim,

“Olur, fark etmez.”

“Lütfen adresimizi not alınız, sabah dokuzda bekliyoruz,

Düş Sokağı, Karabasan Apartmanı, No:34, Beyoğlu”

“Teşekkürler. Görüşürüz Vesile Hanım…”

“Rica ederiz DavetsizMisafir76. Ömrünüz boyunca unutamayacağınız bir deneyime vesile olabilirsek ne mutlu bize.”

Kırışmış, yer yer şarap lekesiyle ıslanmış gazete kağıdına adresi not ettikten sonra katlayıp ceketimin cebine soktum. Tepemdeki lamba sanki bir beni bir de üstüne türlü isimler, kalpler kazınmış lalettayin bir belediye bankını aydınlatmak için oracığa dikilmişti. Kir tutmuş camından dışarıya sızan sarı, cılız ışığa bir süre baktıktan sonra kolumu ona hitap eder gibi uzatarak seslendim,

“Ee Davetsiz Misafir! Onu görmeyi başarabilecek misin?”

İnsanın kendisine sorup cevabını alamadığı bir soruyu sokak lambasına sorarak üstüne bir de cevap beklemesi abesle iştigal olabilir ama biçare kaldığımızda neler neler yapmayız ki? Sarı ışık, hafif bir rüzgarla söneyazan mumlar gibi titredi. Anlaşılan başarmamı zayıf bir ihtimal olarak görüyordu. Gözümü lambadan ayırmadan kızgınlıkla bir yudum daha içtim.

Aklıma bugün üniversitede verdiğim ders sonrası yerde bulduğum çakı geldi. Önce ne yapacağımı bilememiş ardından nasılsa ertesi gün okul yönetimine iletirim düşüncesiyle cebime koyarak okuldan çıkmıştım. Derste söylediğim cümle şu an için çok uygundu : Bireyin öfkesi, yaşama karşı kendisini güçsüz ve çaresiz hissetmesiyle ilişkilidir.”

Cebimden çakıyı çıkarıp bankın sırt kısmına, yani tam ışığın vurduğu yere büyükçe bir “DavetsizMisafir76 buradaydı” yazdım.

Böyle bir şeyden zevk alacağım hayatta aklıma gelmezdi ama kazırken tahtadan çıkan sesten garip bir haz almıştım. Yaptığımdan hoşnut, eserimi bir süre seyre daldım… Çakıyı cebime sokarken lambaya çalımlı bir bakış atmayı ihmal etmedim. Tepki vermedi. Çıplak kalmış şişemi lambanın şerefine kaldırıp kalan şarabı da kafaya diktim.

Vakit hayli geç olmuştu. Parktan çıkarak evin yolunu tuttum. Yürürken bir yandan da ilanı düşünüyordum. Kafam cadı kazanı gibiydi. Böyle safsatalara, sözde bilime hep şüpheyle yaklaşmış olan ben, tüm hayatımı inkar edercesine kendimi bir bilinmezin tam göbeğine atıyordum. Muhtemelen şarlatanların içine düşecektim. Sanırım bu gece “asla yapmam” dediğim şeylerin bana “insan oğlu beşer elbet bir gün şaşar” sözünü hatırlattıkları bir geceydi. Ayrıca, hayatım boyunca pozitif bilime inanmış, hiçbir kamu malına zarar vermemiştim de ne olmuştu? Banka yaptığım altı üstü “ben de varım” demenin halk dilindeki karşılığı değil miydi?

Belki her şey yolunda giderse, yani başarabilirsem, burada onunla baş başa oturma ihtimalim bile vardı. Böyle düşününce keşke daha romantik bir şeyler yazsaydım diye aklımdan geçmedi değil. En azından sondaki yetmiş altıyı yazmasam iyiydi. Her neyse sonuçta sağlıklı düşünemeyecek kadar sarhoştum. Hem eğer bu yaşadıklarım kötü bir taklitse bu seyahat sayesinde daha güzel bir dünya imgeleyerek hep orada, ideal dünyamda yaşayabilirdim. Tabii ki yalnız değil, onunla. O zaman kim ister ki dönüş biletini? Kısacası, yıllardır inandığım değerlerimden biraz sapmıştım doğru ama kendime göre güçlü mazeretlerim de yok değildi hani!

Eve girdiğimde kedim çelimsiz vücuduyla yerde yuvarlanarak beni karşıladı. Mamasını koyana kadar da sevgi gösterisi bitmedi. Salondaki üçlü koltuğa oturur oturmaz kucağıma yerleşmişti. Başıma neler geldiğini anlamaya çalışır gibi bana bakıyordu. Ona tüm olanı biteni detaylıca anlattım. Bir an şehla gözleriyle bana acıyarak bir şey diyecek gibi baktı, sonra kendini yalamaya koyuldu. Son bir sigara için paketi cebimden çıkarırken gazete parçası yere düştü. Kağıdı yerden alıp beni idamımdan son anda kurtaracak padişah fermanına bakar gibi bakmaya başladım. Her şey o kadar saçma geldi ki kendime, bu gece olanlara, yaptıklarıma kahkahalarla gülüyordum. Vesile Hanımı yarın sabah ilk iş arayıp gitmeyeceğimi söylemeliydim.

Ama o buğulu ses sanki kulağımın dibindeydi ve bana sürekli aynı cümleyi söylüyordu, “İstediğiniz ve istenmediğiniz her yere…”. Önce kahkahalarım kesildi, ardından yüzümdeki tebessüm yavaş yavaş silindi.

Bunu telefondaki ruh halimi hissetmiş de söylemiş olabilir miydi? Yoksa herkese söyledikleri klasik pazarlama cümlelerinden birisi miydi? Her ne olursa olsun kağıtta yazanların ve duyduklarımın gerçek olabilme ihtimali o kadar cazipti ki kağıt sanki “Beni bu kadar hafife almamalısın! Hem sen değil miydin her şeyi göze aldığını söyleyen?” , der gibi elimde gitgide ağırlaşıyordu.

Haklıydı. Madem ki her şeyi göze almıştım, madem ki başka seçeneğim yoktu, madem ki zaman daralıyordu ve çaresizdim o anda kararımı verdim: Gidecektim! Kaybedeceğim ne vardı ki?

Kedim, o sırada hayatımı değiştirecek bu kararımla hiç ilgilenmiyor, en sevdiği kitabın üzerine kurulmuş yalanmaya devam ediyordu. Bazen kitapları benden çok sevdiğini düşünüp biraz bozulsam da onda hep adını koyamadığım bir bilgelik seziyor, saygı gösteriyordum. Belki de o, idealindeki dünyada yaşamayı çoktan başarmış tek yön yolcusu bir düş gezginiydi. Tek şanssızlığıysa bileti benim evime kadardı! Onsuz ne yaparım diye düşündüğüm anda göz göze geldik. Yaladığı bacağını yavaşça yere indirdi, hafifçe gözlerini süzdü. Gözleri mi dolmuştu bana mı öyle gelmişti bilmiyorum ama saati yedi buçuğa kurup üstümü bile çıkarmadan kanepede sızdım.

Rüyamda bir parkta yalpalayarak yürüyordum. Sarhoştum. Sanki bir Attila İlhan şiirindeydim ama ne hüviyetimi soracak karanlık adamlar ne de cinayet işlesem görecek birisi vardı. Yapayalnızdım. Parkın, bu gece gittiğim park olduğunu anlamam uzun sürmedi. Evet aynıydı ama belki yirmi belki otuz misli büyümüş uçsuz bucaksız bir yer olmuştu. Oturduğum bankı arıyor bir türlü bulamıyordum. Tek istediğim kazıdığım yazıyı görebilmekti. Her lamba birbirine benziyor bütün banklar yazılardan temizlenmiş görünüyordu. Aniden biri hariç bütün lambalar söndü. Uzaktaki lambanın sarı ışığı sanki bir sahne ışığı gibi başroldeki bankı aydınlatıyordu. Diğer lambalar yeniden yanmadan oraya ulaşabilmek için var gücümle koşmaya başladım. Lambanın yanına geldiğimde park eski boyutuna evrildi, her şey normale döndü. Bir müddet soluk soluğa etrafa baktım. Artık o bildiğim sevimli parkta, aynı lambanın altındaydım.

Biraz sakinleşip nihayet banka baktığımda büyük bir hüsrana uğradım. Benim kazıdığım yazının yerinde, adeta bir hattatın elinden çıkmış kadar özenli “Ruhuna Fatiha” yazıyordu. Eğilerek yazıyı yakından incelerken istemsizce parmağımı yazının oyuğunda gezdirmeye başladım. Usta işiydi. Hem de farkında olmadan bana içimden Fatiha okutacak kadar usta işi… Peki ama kim için? Ne için? Bu ne biçim bir oyundu, kim, neden bana böyle bir şey yapıyordu? Lamba her zamankinden daha canlı yanmaya başlamıştı. Besbelli benim bu halimden keyif alıyordu! Bir hışımla elimi cebime attım. Çakı yerinde yoktu. Koşarken düşmüş olmalıydı. Ama gazete kağıdı duruyordu. Sakinleşip banka oturdum. Bir süre sonra gazeteyi çıkardım. Gözlerime inanamadım. İlanın yerinde bu defa bambaşka bir ilan vardı,

Son soluğunu verdiğinde ben de nefessiz kaldım.

Evimin kıymetlisi, şehla gözlü bilgesi artık yok.

Geride çok sevdiği kitapları, açılmamış mamaları ve kül rengi tüyleri kaldı.

Keşke sakıncalı sakallı bir kerecik yanılsa ve her şey başka türlü olabilseydi.

Gözlerimden yaşlar sel olmuş akıyor ama her nedense yere düşmüyordu. Yanaklarım sızlamaya başlamış, nefes alamamaya başlamıştım ki uyandım. Gözümü açtığımda kedim göğsüme oturmuş bir yandan göz yaşlarımı yalıyor, bir yandan da “endişelenme bak ben buradayım, bir şey olmadı” der gibi ahenkle gurulduyordu. Saate baktım. Tam iki saat sonra kalkmalıydım. Ona sımsıkı sarılarak huzurlu bir uykuya daldım ama bu defa art arda alnıma çarpan pati darbeleriyle uyandım. Ne oluyor derken saatin sekiz çeyrek olduğunu fark ettim.

Alarmın çaldığını ve kapattığımı o anda hatırladım. Kedim canhıraş halde beni uyandırmaya çalıştığına göre bu kursla ilgili pozitif bir sezgisi olmalıydı. Evet, kesinlikle gitmem için beni uyandırmıştı! Hızlı bir duş alarak, dünkü kıyafetlerimi üzerime geçirdim. Tam evden çıkarken gözüm mama kabına takıldı. Boştu. Böylece kafama yediğim pati darbelerinin de nedenini öğrenmiştim! Kaba bolca mama doldurdum doldurduğum ama ne garip ki mamayla hiç ilgilenmedi. Sanki gittiğimden emin olmak ister gibi kapıdan çıkana kadar beni izledi.

Tam zamanında Karabasan apartmanının kapısındaydım. Oldukça büyük bir kapısı vardı. Buranın bir apartman olduğunu bilmesem ve sadece kapıyı görsem “bu bir kilise kapısı” bile diyebilirdim. Duvarda orada oturanların listesi asılıydı. Otuz dört numarada isim yerine otostop çeken bir el sembolü vardı. Zile basmak üzere elimi uzattığımda devasa kapı gıcırdayarak kendiliğinden açılıverdi. Oldukça eski, nem kokan, yüksek tavanlı güzel bir binaydı. Karşıda sürgü kapılı nuh nebiden kalma bir asansör, yanında ise kıvrılarak çıkan mermer bir merdiven vardı.

asansör antika

Basamakları çıkmaya başladım. Bazen soluklanmak için durup yukarı doğru bakıyordum, hiç bitmeyecek sanırken sonunda daire kapısına ulaşmıştım. Kapıyı çalmak için yeltenmedim ve kapı açılacak mı diye bekledim. Açılacak gibi durmuyordu, tam kolumu kaldırdığımda kapı açıldı.

Beni karşılayan kimse olmadı. Antreden sonra aslan ayaklı antika berjerler, muazzam kanepelerle dolu genişçe bir hole geldim. Berjerlere oturmak için içimde kabaran duyguyu bastırarak ilerledim. Hep evimde bunlardan bir tane olsun isterdim ama çok pahalılardı. Kim bilir ne kadar rahattılar? Duvarlarda Rönesans dönemine ait tabloların oldukça iyi taklitleri asılıydı.

Oldum olası Rönesans ressamlarını severdim. Gözlerimi duvardaki eserlerden ayırmadan yürürken hemen ileride bir masanın olduğunu nereden bilebilirdim? Büyük bir gürültüyle masaya çarptım. Komik duruma düşmüştüm. Daha dairede yolculuk edemiyorken astral seyahate kalkışıyordum! Masadaki kadınsa kavanoz dipli miyop gözlüklerinin üzerinden “önemli değil” der gibi bakıyordu.

“Hoş geldiniz DavetsizMisafir76.”

Sesi tanımıştım. Bu dün gece konuştuğum Vesile Hanım’dı,

“Merhaba Vesile Hanım, kusuruma bakmayın. Biraz dalmışım da…”

Önündeki kağıtlarla ilgilenirken gülümseyerek oturmam için eliyle karşısındaki koltuğu göstererek,

“Önemli değil, ayrıca kendinizi bir şeye bu kadar verebilmeniz harika. Çoğu yolcumuz konsantrasyon eksikliği yaşar. Belli ki sizde bu olmayacak.”, dedi.

İşte yine sözleriyle beni avucunun içine almayı başarmıştı. Düştüğüm durumdan utanmak şöyle dursun söyledikleriyle özgüvenim tavan yapmıştı.

“Birazdan sizi yolculuk ustamız Bay S.’nin yanına alacağım. Sizinle gün boyunca o ilgilenecek.”

Telefonu kaldırdı ve “ ‘DavetsizMisafir76 geldi efendim, hazırlıkları tamamlandıktan sonra yanınıza gönderiyorum’ ”, dedikten sonra bir süre karşıdan gelen cevabı bekledi, “Tamam Bay S., tabii ki Bay S., elbette Bay S.” diyerek telefonu kapadı.

Neler olduğunu merak ediyordum ki söze girdi,

“Bay S. işinde çok titizdir. Eğitime başlamadan önce şu formu doldurmalı, şurada gördüğünüz odada sizin için hazırladığımız arındırılmış kıyafetleri ve terlikleri giymelisiniz. Dışardan getirmiş olabileceğiniz negatif enerjilerden kurtulmak için bunu yapmanız şart. Umarım anlayış gösterirsiniz. Hazır olduğunuzda kapıyı iki kere tıklatmanız yeterli.”

Formda demografik bilgilerin yanı sıra herhangi bir uyuşturucu madde kullanıp kullanmadığım, alkol alıyorsam ne sıklıkta aldığıma dair sorular vardı. Davetsiz Misafir’in, Ayyaş Misafir’e dönmemesi için haftada bir iki kadehi işaretlediğim formu Vesile Hanım’a teslim ederek odaya geçtim.

Odada sadece bir ayna, tahta askıda özenle asılmış beyaz keten bir pantolon, yine beyaz bir gömlek ve hemen askının altında doktorların kullandıklarına benzer terlikler vardı. Üzerimi değiştiğimde yabancılık hissetsem de odanın içinde biraz yürüyünce alışmıştım. Kıyafetler adeta benim bedenim için dikilmişti. Aynada aksimi gördüğümde kendimi zaman zaman TV haberlerinde gördüğüm ne idüğü belirsiz tarikatların müritlerine benzetsem de hemen bu düşünceleri savuşturdum.

Değil mi ki kararım kesindi, kafamı karıştıracak hiçbir şeye izin vermemeliydim. Kapıyı tıklatmama kalmadan Vesile Hanım kapıyı açtı. Bana biraz çeki düzen verdikten sonra gördüğünden memnun bir surat ifadesi takınarak onu takip etmemi istedi. Siyah bir kapının önünde durduk, bana dönerek,

“Bu noktada sizi yalnız bırakıyorum. Kapıyı çalmaya niyetlenirseniz eğitime katılmış olacak, tersi durumdaysa vaz geçmiş olacaksınız. Dileğimiz bizimle bu deneyimi yaşamanız ancak sizin iradeniz her şeyin üstündedir, diyerek yanımdan ayrıldı.”

Elimi kararlılıkla kaldırdığımda kapı kendiliğinden açıldı. Bu mekanda kapıyı çalabilmek adeta imkansızdı! Ne zaman bir kapı çalmaya niyetlensem kapı kendiliğinden açılıyor, elim ne yapacağını bilmez bir halde havada kalıveriyordu.

Sandalyedeki orta yaşlı, sakallı, yuvarlak gözlüklü adam Bay S. olmalıydı. Üzerinde sıradan günlük kıyafetler vardı. Gözlerini kapatmış benim odaya girdiğimi fark etmemiş gibi huzur içinde öylece oturuyordu. Karşısında boş sandalyeyle arasına konmuş sehpanın üzerinde makyaj çantasına benzer küçük kirlenmiş bir çanta, içinde limon parçaları olan su dolu bir sürahi, iki su bardağı ve biraz önce doldurduğum form duruyordu. Tüm bunlar onları çevreleyen, yere çizilmiş muntazam bir çemberin içine yerleştirilmişlerdi.

Üzeri boş bir çalışma masası girişin hemen sağındaki duvara yaslanmıştı. Karşı duvarda ise tek kişilik bir yatak derli toplu duruyordu. Çembere doğru yaklaştım. İçine adım atıp atmamakta tereddüt etsem de cesaretimi toplayıp sandalyeye oturduğumda Bay S., gözlerini açtı. Hiçbir şey demeden sürahiden iki bardak su doldurdu, içmemi ister gibi bir jest yaptı. Karşılıklı suyumuzu içtik. Merakla bekliyordum ki söze girdi,

“Tebrik ediyorum DavetsizMisafir76. Bu deneyimi edinmek istediğinize dair kararlılığınızı tamamen kendi hür iradenizle gösterdiniz. Kimi yolcularımız bunca katı çıkmak istemez, kimileri buraya neden geldiklerini unutup girişteki berjerlerde uyuyakalır, kimisi tabloların karşısında zamanın nasıl geçtiğini anlamaz ve gün sonunda evine döner, kimi kapılardan döner. Sizin gibi tüm aşamaları geçen bazı yolcularımızsa çembere girmeye cesaret edemez ve son aşamada vazgeçer. Ama siz vazgeçmediniz neden?”

Başımı önüme eğdim, “Başka çarem yoktu.”

Anlıyorum der gibi kafasını salladı, bardakları yeniden doldururken sakin bir tonla,

“Biçare kaldığımızda neler neler yapmayız ki değil mi?”, diyerek söze başladı. Bu cümleyi bir yerden hatırlıyordum ama nerden? O da sanki hatırlamaya çalışır gibi bir süre düşündü, devam etti,

“Çemberin içinde öncelikle karşılıklı olarak dürüst olduğumuzdan emin olmalıyız. Ancak bu yeterli değil. Kendimize de dürüst olmalıyız. Sadece o zaman çemberde bir çıkış belirecek ve bir sonraki aşamaya geçebileceğiz. Bu aşamanın ne zaman sonlanacağı tamamen size bağlı. Buradan hiç çıkamayan yolcularımız da oldu, ama müsterih olun çoğu başardı. Başlarken sormak istediğiniz herhangi bir şey var mı?”,

Hiç zaman kaybetmeden aklımdaki tek soruyu sordum,

“Diyelim ki yanına gitmek istediğim kişi beni istemiyor ya da yok sayıyor. Yani normal şartlarda bir araya gelmemiz imkansız. Yine de onun yanına gidebilir miyim?”

Masmavi gözlerini gözlerime diktiğinde buz gibi bir denizin içindeymişim gibi hissettim. Zihnimi okur gibi delici bakışlarla bana bakıyordu. Gerilmiştim. Yanlış bir soru mu sordum diye düşünürken bakışları yumuşadı,

“Bu mümkün. Yolculuğunuzda dilediğiniz her şeyi yapabilirsiniz, ancak her şeyi yapmayı dilememenizi öneririm. Şunu unutmamanız gerekiyor, her birimizin karanlık tarafları vardır. Hayatta yapmam dediğiniz bir şeyi anlık bir öfkeyle yapıp, neden yaptığınıza dair kendi mazeretlerinizi üretebilirsiniz. Eminim sizin de başınıza gelmiştir… O anda yaptığımız şey bize anlık bir doyum sağlayabili ancak sonuçlarını da düşünmek zorundayız. Yolcu dileklerinde dikkatli olmalıdır. Dileğiniz ne kadar iyi ve saf olursa, yolculuğunuz da o ölçüde sizi mutlu edecektir…

Peki neden onun yanına gitmek istiyorsunuz?”

“Benim tek amacım onun gözlerinde durabilmek, varlığımı hissettirebilmek. Ona açılabilmek ve eğer kabul ederse onunla bir hayat…”

“kurabilmek…” diye düşüncelerimi tamamladı. Şoka uğramıştım.

Bardağımdan büyükçe bir yudum alıp bardağı yerine koydum. Konuyu değiştirmek için,

“Çantanın içinde ne var?” diye sordum.

İlk kez gülümsedi,

“Bilmediğiniz hiçbir şey yok. Merak ediyorsanız açabilirsiniz.”, dedi. Elim çantaya doğru gitti ama nedense vazgeçtim. Sonra aniden uzanıp elime alarak şöyle bir yokladım. Fermuarını açarak elimi içine soktuğumda tanıdık bir cisim elime geldi. Bu basbayağı benim sınıfta bulduğum çakıydı!

“Bu, bu nasıl olabilir… Öğrencilerden birinin çakısı olmalı bu, bu… bu … sınıfta düşürmüştü. Bugün okula gitseydim idareye teslim edecektim!”, diye neredeyse kekeleyerek konuştum.

“Teslim edecektiniz…”, diye tekrarladı, olanca yavaş hareketlerle bardağına uzandı, bir yudum aldı. Bu bir kaç saniye içinde sanki zaman durmuştu. Konuşmaya devam etti,

“Size içinde bilmediğiniz bir şey olmadığını söylemiştim, ama bilmek hatırlamaktır. Zaten her şeyi biliriz ama zaman içinde bildiğimizi unuturuz. Bunun nedeni de çoğunlukla unutmak istemizdir. Hele kötü olan şeyleri de ne kadar çabuk unuttuğumuzu siz de fark ettiniz mi DavetsizMisafir76?

Önemli olan hatırlayıp, gördüklerimizin, sandığımızın hatta kurguladığımızın dışında bir gerçeklik olduğunun farkında olmaktır.”

İçinde bulunduğumuz çember sanki daralarak beni boğuyordu. Bu saçmalık da neydi böyle? Bana bir şeyler mi ima etmeye çalışıyordu? Çakı bu çantaya nasıl girmişti? Vesile Hanım çaktırmadan odadaki ceketimin cebinden alıp buraya getirmiş olmalıydı, ama odaya kadar beraber gelmiştik… Ayağa kalkıp gitmeye niyetlendim ama sendeleyerek sandalyeye çöktüm. Belki de suyun içindeki bir madde beni uyuşturuyor, halüsinasyon görmeme neden oluyordu.

Bardağımı bana doğru uzatırken, konuşmaya başladı,

“Şunu hatırlatmama izin verin. Bu çemberden çıkmanın tek yolu tamamen dürüst olmanız. Benim bu aşamada size sağlayabileceğim tek şey hatırlamanıza yardımcı olmaktır. Gördüğümüz her şeye inanmak zorunda değiliz, ama hatırlamak zorundayız. Çantada başka neler var merak etmiyor musunuz?”

Dilim damağım kurumuştu. Bir yudum daha su içtim. O gözlerin içinde bir kere durabilmek, ona açılabilmek için her şeyi göze almıştım, sonuna kadar gidecektim. Elimi çantaya soktuğumda bu defa bir tomar kredi kartı fişi çıkardım. Bir çoğu aldığım şarapların fişleriydi. İçimden derin bir ‘ohh’ çektim.

En son fiş ise bir hırdavatçıdan alınmıştı. Hırdavatçının adresi evimin yolu üstündeydi ve ürün açıklamasında ‘kesici alet’ yazıyordu. Kart sahibi olarak yine benim adım vardı! Çarpılmış gibi fişi elimden bıraktım. Bay S., gayet sakin beni izliyordu. Bu kadar saçmalık da fazlaydı.

“Bu da ne şimdi ben böyle bir şey almadım. Aldıysam da hat…”,

“hatırlamıyorsunuz…”, diye sözümü tamamladı.

“DavetsizMisafir76, formunuzda haftada bir iki kadeh içtiğinizi beyan etmişsiniz. Ancak çantadan çıkan fişler pek öyle olmadığını gösteriyor, ne dersiniz?”

Utanmıştım, istemeyerek itiraf ettim,

“Günde bir bazen iki şişeye yakın kırmızı şarap içiyorum… Ama bu durum okulda verdiğim dersleri, gündelik hayatımı hiç etkilemiyor.”

Bay S. anlayışla başını salladı, “çantayla devam edelim” dedi.

‘Kesici alet’ fişinin üstüne gitmemesi nedense beni biraz olsun rahatlattı. Buraya sorgulanmaya gelmemiştim sonuçta.

Çantadan şimdi de çok eski bir kaset çalar çıkmıştı. Yer yer çizilmiş şeffaf plastik bölümden içindeki kasete baktım. Görür görmez hatırlamıştım onu aldığım günü. Daha o zamanlar üniversitede öğrenciydim. Rakılı akşamlarımızın, dost meclislerinin en çok dinlenen kasetiydi.

Düğmeye bastığımda Neşet Ertaş kaldığı yerden çalmaya başladı, 

Vade tekmil olup ömür dolmadan
Emanetçi emanetin almadan
Ömrünün bağının gülü solmadan
Varıp bir canana ikrar verdin mi?

Tüylerim diken diken olmuş başım dönmeye başlamıştı. Kendimi kaybetmemek için kaseti hemen durdurdum.

“Neşet Ertaş’ı ben de çok severim. Sanıyorum bu albümü çok dinliyorsunuz. Ne düşünüyorsunuz?”, diye sordu Bay S..

“Hayır, ona hiç söyleyemedim…”

“Neyi söyleyemediniz?”

“Onu ne kadar sevdiğimi çünkü benim farkımda bile değildi. Ama… ama şimdi bir…”

“…şansınız var…”

“Evet” ,yutkundum, “eğer onu görmeyi başarabilirsem…”

Bu cümleyi söyler söylemez zihnimde her şey berraklaştı. Maalesef unutmak istediklerimi, kendime alkolle unutturduklarımı da hatırlamaya başlamıştım.

Bay S., birer bardak daha su doldurur doldurmaz bardağı tepeme diktim. Yine gözgöze geldik, sakince konuşmaya başladı,

“Bazen gerçekler o kadar ağır gelir ki kendi gerçekliğimizi yaratıp ona inanarak yaşamayı tercih edebiliriz. Her şeyi kendimize göre başka şeylere dönüştürür, sonunda da hiçlikten var ettiğimiz bu dünyada mutlu olduğumuzu sanırız. Ama gerçeklerin ağırlığını taşımaktan kaçtığımız sürece mutluluk da önünde sonunda kötü bir taklit olarak kalmaya mahkum değil midir?” bardağa uzandı biraz su içerek devam etti, “Her neyse biraz fazla konuştum kusura bakmayın. Sanırım çantada son bir obje daha kaldı. İsterseniz onu da çıkarabilirsiniz”

Elimi çantanın dibine doğru soktukça çanta büyüyor, derinleşiyordu. Şaşkınlıkla Bay S.’ye baktım. Nasıl oluyordu da küçücük çanta bunca şeyi içine alıyor, dahası boyut değiştirebiliyordu?

Bay S., ben daha soruyu sormadan cevapladı,

“Endişelenmeyin daha önce dediğim gibi çantanın içinde bilmediğiniz hiçbir şey yok. Gördüğümüz her şeye inanmak zorunda olmadığımızı da daha önce söylemiştim. Neye inanacağımızı sonuçta kendimiz seçiyoruz. Sizi derin bir kuyu, çantayı ise kova olarak düşünebiliriz. Kova sizin bilinçaltınıza inerek hatırlamanıza yardımcı oluyor. Hepsi bu…”

Sanırım anlıyordum. Sırları dökülmüş aynayı çıkardığımda artık saklayacak bir şeyim kalmamış, zihnimde her şey berraklaşmıştı. Aynayı dizime yerleştirip içindeki adama şöyle bir baktım. Ne kadar yıpranmış görünüyordu. Ona hem acıyor hem de öfke duyuyordum. Artık onun yüzüne her şeyi söylemeliydim,

“Sen sözde bireyi, toplumu çözmüş, öğrencilerinin idolü saygın sosyolog… Sen sevdiği kadına ömrünce açılamamış korkak bir faresin! Sen sevdiği kadını astral seyahatte öldürmeyi düşünebilecek kadar alçak ve aptalsın! Sadece alçak, korkak değil aynı zamanda acınası bir alkoliksin! Tüm gerçekleri kendine göre çarpıtan, istemediği hiçbir şeyi hatırlamayan acınası bir alkolik…”

Aynayı yere bıraktım ve hıçkırarak ağlamaya başladım.

Bay S., sürahide kalan suyu bardağıma doldurdu ve elini omzuma koyarak,

“İşte şimdi oldu DavetsizMisafir76, artık çemberden çıkabiliriz. Her şeyi hatırladığınıza göre oraya aslında neden gitmek istediğinizi de biliyorsunuz. En zor aşama geride kaldı. Eğer gerçekten hala bunu yapmayı istiyorsanız, devam edebiliriz ve size bu işin tekniğini hemen öğretebilirim.”

Kafamı, istemiyorum anlamında sağa sola salladım, sehpadaki suyumu bitirdim. Ağzımdan sadece şu sözcükler döküldü,

“Teşekkürler Bay S.”

 

Site Footer

Sliding Sidebar