Fikri ağabeyin çalıştığım manavın karşısında evcil hayvanlar için aksesuar, mama satan kendi halinde bir mağazası vardı. Bizim mahallenin bilinen simalarındandı. Eski basketbolcu, koyu Fenerbahçeli olduğunu sağdan soldan duymuştum ama ne derece doğru bilmiyordum. Fiziğine baktığımda duyduklarımın doğru olduğuna inanmam için bir çok neden vardı. Bir doksandan uzun ve hayli geniş omuzluydu. Burun kemiğinin tam üstünde belli belirsiz bir yara izi vardı. Belki de maçlardan birinde yediği dirsek darbesiyle burnu kırılmıştı. Ya da o ize böyle bir hatıra yüklemek benim hoşuma gidiyor, onu gözümde daha anlamlı kılıyordu.
Her sabah büyük boy köpek mamalarından, kedi kumlarından beş altı tanesini sanki tüy kadar hafiflermiş gibi büyük rahatlıkla yüklenir özenle dükkanın önüne dizerdi. Benim onu dikkatle izlediğimi görünce de, “günaydın Halim, hayırlı işler”, der dükkana girerdi. Akşamları da birbirimize “iyi akşamlar” demek dışında çok bir sohbetimiz olmamıştı.
Bir de arada sırada bizim manavdan alışveriş yapardı. Bizim mesleğin inceliklerinden birisidir, çok fireli bir kasadan önce satılamayacak gibi olanları elersin. Sonra diyelim dört tane iyisinden elma seçiyorsan, el çabukluğuyla bir tane de altlardan ortalama seçersin ki fireden zarar etmeyesin. O dört tane çok iyi olduğundan genelde kimse bir tane için gelip de bize söylenmez. Bu sanki müşterilerimizle aramızda oynadığımız naif bir oyun, bir danışıklı dövüştür. Onlar da bilir ki mecbur olmasak böyle bir şey asla yapmayız. Eğer olur da sattığımızı geri getiren olursa o da esnaflığın yazılı olmayan yasalarındandır, getirdiğini geri alır, özür diler, tazesini veririz. Kimse birbirine kırılmaz.
Fikri ağabey sanıyorum üçüncü kez bizim manava geldiğinde,
“Ne haber Halim, nasıl gidiyor?” diye söze girdi.
O zamana kadar pek konuşmamıştık, merak da ettim konu nereye varacak,
“Sağol ağabey sen nasılsın? Bugün ne vereyim sana?”
“Bana bir kilo armut seç ama senin kadar yakışıklı olsunlar.”, dedi.
Gülümseyerek gözlerimin içine bakıyordu. Ne diyeceğimi bilememiştim. Bu ne demekti şimdi? Armutlar benim kadar yakışıklı olmalıydı ama ben ne kadar yakışıklıydım ki? Nihayetinde fireli bir kasadan kötü armut seçmeye elim varmamıştı. Gülerek armutları seçerken, Fikri Ağabey, “Halim şurdan bir tane de kavun ver o da senin gibi yakışıklı olsun” deyince, dayanamadım,
“Ağabey geçen verdiğim elmalarda fire çıkmış olabilir, kasa çok kötüydü. Kusura bakma”, deyiverdim. Der demez de bu yaptığımdan utanıp kızardım. O ise sadece, “Olur öyle şeyler, esnaflığın doğasında bu tip şeyler vardır. Sen iyi bir çocuksun, sıkıntı yok. İyi akşamlar”, diyerek poşetleri aldı, selam verdi ve gitti. Arkasından yürüyüşüne baktığımda neden bilmem bir an için o geniş omuzlarında herkesten gizlediği büyük bir hüznü olduğunu düşündüm.
Artık her geldiğinde ben ona kendim kadar yakışıklı armutlar, Türkan Şoray gözüne benzeyen siyah üzümler seçiyor, manava yaklaştığını gördüğümde “bakalım bu defa neye benzeyen meyve isteyecek” diye keyifle meraklanıyordum. Böyle böyle muhabbetimiz ilerledi.
Ama asıl samimi oluşumuz Müslüm Gürses’in öldüğü gündü. Bu defa neşeli değil ama inanılmaz üzgün bir ruh haliyle, “Bana Müslüm’ün bahsettiği yeşil biberlerden ver” dedi. Esasen onun Müslümcü olabileceği aklımın ucundan bile geçmemişti. Belki değildi de… Ama belli ki onun da babanın ölümünde hissettikleri benimkine benzer, hüznü samimiydi. Bu defa en güzel biberleri seçerken bir an olsun bile gülümseyemedim. Kese kağıdını uzatırken, “Hadi Halim, gel seninle babanın şerefine bu akşam iki tek atalım”, dedi.
İşte o zamandan beri, yani son iki aydır her hafta Beyoğlu’ndaki ‘Efsane’ meyhanesinde buluşuyor bir büyüğü deviriyorduk. Mekanın müdavimiydi. Buranın eski, samimi bir arkadaşına ait olduğunu söylemişti ama pek fazla detay vermemişti. Zaten arkadaşına da hiç denk gelmemiştik. Meyhanedeki her şey, garsonlar da dahil en az yirmi senelikti. Bizim her zaman oturduğumuz köşedeki masanın arkasında buzdolabı, onun üzerinde ise antenli, çok az kanal çeken, sesi tamamen kısık tüplü bir televizyon bulunurdu.
Televizyona yüzü dönük oturanın arada gözü takılsa da pek fazla dikkat kesilmezdi. Fikri Ağabey ile zamanın nasıl geçtiğini hiç anlamazdım. Benim anlattığım her şeyi, fireli kasaları, manav sahibinin bana attığı fırçaları, ona muhtemelen anlamsız gelebilecek daha bir sürü şeyi can kulağıyla dinlerdi. Bazen de dakikalarca susar elinde sigarası bir yerlere dalardı. İşte o zaman karşımdaki dev adamın omuzlarındaki o saklı hüznü çıldırasıya merak ederdim.
Bana kalsa bir büyükle yetinmezdim ancak ne zamanki şişe bitse Fikri ağabey, “Hadi genç bana bu kadar yeter, kalkalım artık”, der, tek başına rakı içmenin oldum olası hiçbir anlamı olmadığını düşündüğümden ben de çaresiz onun peşinden mekanı terk ederdim.
Yalnız başına yaşıyordu ve hiç evlenmemişti. Yaşı elliye dayanmıştı. Kendisi hakkında pek fazla özele girmezdi. Bir iki gönül kırıklığını anlatmıştı anlatmasına ama hiçbir eski sevgilisi hakkında kötü konuşmamış, hatayı hep kendinde bulduğunu açık yüreklilikle söylemişti.
O akşam yine meyhanede buluşmak üzere sözleşmiştik. O gecenin bana hayatının en büyük hikayesini anlatacağı , bu dev gibi adamın bir çocuğa dönüşeceği gece olacağını bilmeme o an için elbette imkan yoktu.
Her zamanki gibi mekandaki masamıza oturarak, bir büyük yeşil efe, haydari, beyaz peynir, yakışıklısından kavun söyledik. Gece her zamanki akışında, muhabbetimiz neşeli devam ediyordu. Bir süre sonra Fikri Ağabey’in gözünün sürekli televizyona takıldığını fark ettim. Beni dinliyordu ama gözü hep oradaydı. Merak edip arkamı döndüğümde televizyonda bir basketbol maçı oynandığını gördüm. Basketbola ilgim çok azdı, daha çok futbol seviyordum. Takımlardan birisi Fenerbahçe’ydi ve maçın son çeyreğine giriliyordu. Fikri Ağabey’in fenerli olduğunu artık öğrenmiştim.
Ona döndüm, “Ağabey, nasıl Fener bu sene baskette?”, diye sordum.
Sigara tutan eli yanağında ekrana bakarak sayıklar gibi cevap verdi, “İyi… iyi…”
Sanki orada benimle değil de maçın içinde gibiydi. Başa baş heyecanlı bir maçtı. Fikri Ağabey ilk defa muhabbetten bu derece kopmuş, sesi kapalı olan bir televizyona kilitlenmiş bakıyordu. Elindeki sigaradan öyle bir nefes aldı ki dönüp ekrana yeniden baktım. Fenerbahçe mola almış, koç oyuncalara özellikle de bir tanesine can hıraş bir şeyler anlatıyordu. Son yirmi saniyede takım iki sayı gerideydi ve belli ki o oyuncu çok önemli bir oyuncuydu. Ben tüm bunları düşünürken Fikri ağabey’in ağzından şu iki kelime döküldü, “Zavallı çocuk…”,
“Nasıl ağabey?”, dedim.
Gözlerini bana çevirdi, ekranı göstererek sordu,
“Basketboldan anlar mısın?”
“Eh… Yani az çok biliyorum temel şeyleri”
İlk defa Fikri ağabey’i bu kadar heyecanlı görüyordum. Ama bu sadece heyecan olamazdı onda daha fazlası vardı. Belki de o tahmin edemeyeceğim kadar fanatikti. İkimiz de ekrana bakıyorduk. Koç, elindeki oyun tahtasına bir şeyler çiziyordu ama bana her şey karmakarışık görünüyordu. İşin garip tarafı tüm oyuncular oyunu anlamış, kafa sallıyorlardı. En son koç, bir tanesinin yanaklarına ellerini koydu ve ona güvendiğini ifade eden bir yüz ifadesi takındı. Ses kapalı olduğundan neler söylediğini duyamıyorduk, ama onu motive ettiği belliydi.
Fikri ağabey konuşmaya başladı,
“Bir basketbol takımı, oyun kurucusu kadar takımdır. Fenerin as oyun kurucusu beş faulle oyun dışı kaldı. Şimdi koç yedek oyun kurucuyla hücum etmek zorunda. Muhtemelen son şutu da ona attıracak. Ama bu çok büyük bir yük, herkes omuzlayamaz… ”
“Anladım ama o da iyi bir oyuncu değil mi?”
“İyi olması yetmez, elbette iyi ama psikolojik olarak o şutu atmaya hazır olmalı. Eli sıcak olmalı…”
Önemli bir şeyler anlatacağını o an sezmiştim, gözleri dalarak anlatmaya başladı,
“Ben bir zamanlar Fenerin altyapısında yedek oyun kurucuydum. O zamana kadar tüm hayallerim A takımına yükselmek ve as oyun kurucu olmaktı”
“Ne oldu peki ağabey?”
“Bak Halim… Bu basketbol işi zeka, çalışma ve yetenek işidir. Eğer sende bunlardan birisi eksikse asla büyük oyuncu olamazsın. Oyuncu olursun olmasına ama kaybolur gidersin. Bende zeka ve çalışma vardı. Yetenekse sınırlıydı. Ama çok çalışarak bu eksiğimi kapatmaya çalışıyordum. O yüzden yedek oyun kurucuydum. Yine de istatistiklerim hiç fena değildi. Deli gibi antrenman yapıyor, özellikle de üçlüklerim üzerine çalışıyordum. Bir de bizim takımda Harun vardı… Takımın as oyun kurucusu… Aynı takımda olmamıza rağmen biraz mesafeliydik. Onu çok ukala bulurdum.”
“O daha mı iyiydi senden ağabey?”
“Evet… Uzun süre kabul edemedim bu gerçeği ama benden daha iyiydi. Şut yüzdesi yüksek, top kaybı sıfıra yakın, asist, oyun görüşü her şey vardı onda. Maç sonlarını da çok iyi oynardı. Bende de bunlar vardı ama o kadar iyi değildi. O doğal yetenekti. İçten içe kıskanırdım onu.”
“Sonra ne oldu Harun’la?”
“Bir olaydan sonra ona karşı önyargılarımdan kurtuldum, Harun’la çok iyi arkadaş olduk. ”
Konuşuyordu ama gözü hala ekrandaki molaya kayıyordu. Kafasını iki yana sallayarak sanki sonunu bildiği bir filmi izliyor gibiydi. Devam etti,
“Bundan otuz sene önce bir gece odamda oturuyordum. Altyapıda son senemiz yani artık ya profesyonel olacağız ya da hiçbir şey… Ertesi gün şampiyonluk maçımız var… Aşırı heyecanlıydım ve tüm gece defalarca Michael Jordan videoları izledim. Özellikle de son saniye şutlarını. Tanıyor musun Jordan’ı?”
“Duydum da ağabey ben Lebron’u daha çok duydum”
Sanki bana biraz kızarak baktı, ama fazla da çaktırmadı,
“Jordan gibi bir oyuncu bir daha gelmedi. Onun son saniye şutlarıyla ilgili sözlerini çok severim şuna benzer bir şey der, ‘Takım arkadaşlarım yirmi altı kere bana son şutu atmam için güvendiler ve ben ıskaladım. Sürekli yenildim, yenildim, yenildim. Ama son şutu atarken hiç tereddüt etmedim. İşte bu yüzden başardım’”
“Vay be… Büyük konuşmuş ağabey.”
“Çok büyük oyuncuydu, normal. Neyse o gece ben de düşünüyorum; son saniye top bende olsa ve ben o şutu atsam, soksam, kendimi ispatlasam. Kahraman olsam. Bir yandan da biliyorum ki koç hiçbir zaman benim üzerime bir oyun kurmadı, mecbur olmadıkça kurmaz da. Yani bu olasılık çok düşük… Ama…”
Bir süre sustu, dayanamadım,
“Ne oldu ağabey? Anlatsana?”
“Ertesi gün maça çıktık. Kafa kafaya maç oynanıyor. Ben sadece iki dakika oyunda kaldım, elim soğuk, buz gibi. Koç hep Harun’la oynadı. Harun da iyi oynadı ama son dakikada yapmaması gereken bir hata yaptı ve beş faul aldı.
Koç molada sinirden oyun tahtasını yere attı Harun’u bayağı bir fırçaladı. Elini beline koydu bir süre öylece durdu sonra bana döndü,
‘İşte istediğin, hep beklediğin fırsat. Son şutu sen atacaksın. Üçlüklerine çalıştığını biliyorum, tereddüt etme, sadece topu gönder o girecektir. Sakin ol’
Ben kafa sallıyorum ama elim kolum nasıl titriyor. Son top bana gelecek ve ben yıllarca beklediğim o şutu atabileceğim. Efsane olacağım! Kafamdan geçiriyorum; düşünme sadece at, o girecek zaten. Topun fileden geçişini hayal ediyorum. ‘Antrenmanlarda yapıyorsun, yine yaparsın diyorum’ kendi kendime.”
İyice heyecanlanmıştım,
“Ne oldu ağabey sonra?”
“Tam artık sahaya çıkıyoruz. Bir el kolumdan tuttu, baktım Harun. Kafasında havlu, dedi ki, ‘Fikri sen atarsın bu şutu, at şunu hem beni kurtar hem kendini göster. Sana güveniyorum.’, gerçekten de samimiydi. O gazla sahaya çıktım. O son şutu atmaktan aynı Jordan gibi hiç çekinmeyecektim, sonu ne olursa olsun.”
Sustu, gözü ekrandaydı, mola bitmek üzereydi, bense ona odaklanmış hiçbir şey düşünemiyordum,
“Attın mı ağabey o şutu?”
“Baskı altında topu sürerek yarı sahayı geçtim. On üç saniye kalmıştı. Kurduğumuz oyuna göre ben en iyi üçlük attığım yerde yani üçlük çizgisinin sol tarafında çemberi çaprazdan gören yerde topu alacak, şutu sokacaktım. Tam da o noktada iki saniye kala topla buluştum. Şuta kalktım. Ama o anda kafamda bir sürü şey dönüyor, Jordan konuşuyor, koç yanaklarımı sıkıyor, Harun çaresiz bana bakıyor, ben sokuyorum şutu tüm takım benim üzerimde sahada seviniyoruz yerlerde… Tüm bunları düşünürken şuta kalktım, kendimden emin topu elimden çıkardım…”
“Eee? Ağabey söyle hadi ne oldu sonra. Kafayı yiyeceğim!”
“Top süzülerek yükseliyor. Ben hala havadayım, ardından bakıyorum, iyi yükseliyor diyorum, deliksiz girecek, aynı antrenmanlardaki gibi. Ben yere inerken top havada hala asılı herkes ona bakıyor. Koç, Harun, tüm takım, taraftarlar… Sonra top sanki karşıdan rüzgar esiyormuş gibi yavaşlıyor. Olamaz diyorum, böyle olmamalı… Git diyorum, biraz daha git. Ne yapıyorsun, git! Ama top beni dinlemiyor hiçbir şeye değmeden rakip oyuncunun kucağına düşüveriyor.”
Karşımda o anı tekrar yaşayarak yerle bir olan Fikri Ağabey’i görüyorum, ben de dağılıyorum. Bir süre ne diyeceğimi bilemeden susuyorum, sonra ağzımdan sadece şu sözcükler çıkıyor,
“Yapma be abi!”
“Maç bitince koç yüzüme bile bakmadı, takım arkadaşlarımsa bana küçümseyerek yaklaştılar. Sanki yeteneksiz olduğum tescillenmişti. Kimse yanıma gelmedi, bir tek Harun hariç. Elini omuzuma atarak dedi ki, ‘Canın sağolsun, bir dahakine atarsın. Sen iyi oyuncusun, hiç üzülme. İlki en zorudur!’”
“Harbi adammış ağabey!”
“Öyleymiş gerçekten, buranın sahibi de o, efsane. Sonra A takıma yükseldi çok büyük oyuncu oldu. Ben bıraktım basketi falan, benden olmaz dedim. Belki hata ettim, içimde uhte kaldı. Eğitimi de zaten hafife almıştım basketbolcu olacağım diye…”
Sustu, ben kafamı eğdim, kocaman adam karşımda bir çocuk gibi konuşuyordu. Sanki tüm arkadaşları ona küsmüş, tüm oyuncaklarını kaybetmiş bir çocuğun ruh halinde devam etti,
“Şimdi anlıyor musun o yedek oyun kurucuya neden ‘zavallı çocuk’ dediğimi, çünkü işi çok zor”
Bu arada mola bitmiş, takımlar sahaya çıkmış, Fenerbahçe son hücumu kullanıyordu. Fikri ağabey, elinde sigarası, ‘Perde! Devril! Pas!’ diye bağırıyor, ben bir ona bir ekrana bakıyorum. Sanki maçtaki son şutu o atacak denli maçın içinde. Onu o yaşlarda hayal ediyorum, yüzünde aynı buna benzer bir ifade olmalıydı.
Yedek oyun kurucu şutu tam da Fikri ağabey’in bir zamanlar attığı yerden atıyor. Top havada süzülüyor, o iki saniye sanki on dakika gibi geçiyor. Sonrasında sadece topun fileden geçişini ve sahada kollarını havaya kaldırmış deli gibi sevinen oyuncuları fark ediyoruz.
Fikri ağabey’e bakıyorum, sanki o şutu kendi sokmuş gibi mutlu ağlıyor. O yedek oyun kurucu başardığı için birbirimize sarılıp sessiz televizyonun sesi oluyor sevinçten bağıra çağıra zıplıyoruz.
Fikri ağabey gözyaşlarını gömleğinin koluna sildikten sonra, bizi yılların görmüş geçirmişliğinin verdiği vakurlukla izleyen garsona dönerek sipariş veriyor, “Hakkı, bize bir büyük daha. Bir de kavun ama senin kadar yakışıklı olsun!”