Vikont ve Matmazel

Onu hep pencerede görürdüm. Uzun beyaz bıyıkları, eskimiş smokiniyle orada öylece dururdu. Artık çok eskilerde kalan meşhur Cumhuriyet balolarından fırlamış kadar mağrurdu. Baktığımı belli etmemeye çalışarak penceresinin önünden hızlı hızlı geçip giderdim. Hasbelkader göz göze gelsek hemen gözlerimi kaçırırdım. Neden bilmiyorum sanki bakışlarında içime işleyen bir şeyler vardı…

Bir gün yine oradan geçerken aralanmış pencereden nefes almak ister gibi kafasını çıkarmış olduğunu gördüm. Gözlerini kapatmış sanki dünyanın en güzel rayihasını derin derin içine çekiyor, evinden gelen hüzünlü şarkı usul usul sokağa yayılıyordu. Gözünde bir damla gözyaşı mı gördüm? Yoksa bana mı öyle geldi? Hala bilemiyorum. Tek bildiğim mahallemdeki bu esrarengiz varlığı giderek daha çok merak etmeye başlamıştım.

Birkaç arkadaşımla beraber internette çıkardığımız bir hikaye dergimiz vardı. Aylardır oraya bir şey yazamamıştım ama bu defa turnayı gözünden vurmuştum. Ne de olsa sonunda bana ilham veren bir kahramanım vardı! Ne adını biliyordum ne sanını? Ama kafaya koymuştum bir kere onun hikayesini öğrenecek ve kağıda dökecektim.

Ne yapardı? Neden hep penceredeydi? Hiç dışarı çıkmaz mıydı? Her yazarın yaptığı gibi kahramanım hakkında toplayabildiğim kadar bilgi toplamaya karar verdim. Yeni sayının çıkmasına daha on gün vardı.

Ertesi gün oturduğu apartmanın kapısının açık olduğunu fark ettim ve gizlice içeri sızdım. Kat sayısından ve baktığı cepheden dairenin hangi numara olduğunu çıkarmayı başarmıştım. Bu iyi bir başlangıçtı.

Evde oturmuş, ‘Tamam, artık daire numarasını biliyorum ama kimden nasıl bilgi alabilirim?’, diye düşünürken, Berhan Abi’nin tok sesini duydum, “Gevreeeeek”

Apar topar evden çıktım neyse ki gözden kaybolmadan onu yakalamıştım.

“Berhan Abi günaydın n’aber? Simitler taze mi?”, bu soruma biraz bozuldu,

“Taze tabii benden ne zaman bayat simit aldın? Kaç tane vereyim? Sen hala okuyon mu yoksa bitti mi artık?”

Başım istemsizce öne eğildi. Bu defa bozulma sırası bendeydi çünkü yazar olma sevdam yüzünden yedi senedir okulu bitirememiştim.

“Üç tane…”, dedim ve elimi cebime sokup bozuk paraları denkleştirmeye çalışır gibi karıştırmaya başladım. Berhan Abi, işinin doğası gereği oyalanmayı pek sevmezdi. Çoktan simitleri kağıda sarıp uzatmıştı bile. Kendimi toparlayıp hemen konuya girmeliydim,

“Abi ya,” dedim, “burada da herkes camda ama kimse senden bir şey almıyor. Ben yerinde olsam bir daha buradan geçmezdim”.

“Sorma, ayaklarımız alışmış buradan geçmeye yoksa dediğin gibi buralarda işler kesat”, doğru frekansı tutturmuştum sanırım,

“Hele bir tanesi var şu binadaki on altı numara, sürekli camda!”, diye devam ettim, bozuk bulamamış da mahcup olmuş gibi yüz lirayı uzatırken. Berhan Abi, eli önlüğünün devasa cebinde para üstü denkleştirmeye çalışıyordu. Kafasını ‘biz ekmeğimizin peşindeyiz, haytanın derdine bak’ der gibi iki yana salladı,

“Tanımam etmem ama duyduğuma göre huysuzun tekiymiş o. Birkaç yıl önce sokakta görmüştüm derbeder bir hali vardı.”, dedi ve para üstünü uzattığı gibi,
“Gevvreeeek”, diye bağırarak yoluna devam etti.

‘Demek huysuzmuş bizimki!’ diye geçirdim içimden. Kahramanım gitgide cazip hale geliyordu.

Ama sonra hiç ummadığım bir şey oldu. Evin perdeleri sımsıkı kapanmıştı ve o ilk defa orada yoktu. Binanın karşısında bulunan parktaki banka oturdum ve gözlerimi merakla eve diktim. İçerde loş bir ışık vardı. Sonraki günlerde de onu hiç göremedim. Sanki çok sonradan yollarımın kesiştiği eski bir dostumu kaybetmiş gibi mahzunlaştım. Meğerse ne kadar da alıştırmış oradaki varlığına…

Artık ne zaman fırsat bulsam parka gidiyor, saatlerce oturup evi gözetliyordum. Apartman çok sakindi ama illaki görevli ya da birileri çöpleri atmaya çıkacaktı. İşte yine böyle bir akşam görevli ellerinde bir sürü çöp poşetiyle dışarı çıktı. Yürüdüğü sırada bazı poşetlerden pis kokulu bir sıvı sızıyor, yerde ince izler bırakıyordu.

Hemen yanına yazıldım,

“Selamün aleyküm abi, yardım edeyim”, dedim. “Aleyküm selam, sağolasın delikanlı, gerek yok.” diye cevap verdi sevecen bir tavırla.

“Abi millet kendi atmıyor mu çöpünü ya?”

Büyük, mavi bir çöp torbasını konteynıra atarken,

“Ben de bıktım baksana ne kadar ağır, ama naparsın ekmek parası.”, diye söylendi.

Asıl konuya girmek için ilgiliymiş gibi sordum, “Kimin ya o hakkaten? Adam amma biriktirmiş.”

“On altı numara var, tam bir baş belası. Evden hiç çıkmaz, biriktirir biriktirir sonunda gülle gibi doldurur jumbo torbayı. Taşı taşıyabilirsen!”

Gözlerim heyecanla parladı. Çok sevdiğim bir filmde “Birini ruhunun en derin noktasına kadar tanımak istiyorsan onun çöp poşetine bakmalısın.” diyordu cevval dedektif.

Görevli, “Hadi iyi akşamlar delikanlı”, dedi ama tam arkasını dönecekken imalı bir şekilde,

“bu ara apartmandakiler bankta oturan birinden bahsediyor, sürekli binaya bakıyormuş.” dedi.
Utandım, “Yok abi, öyle oturuyorum işte kafam dağılsın diye…Dersler mersler biraz darlandım da…” .
Elini omzuma koydu hafif tehditkar, “Delikanlı bu binada senin yaşına uygun kimse yok, fazla takılma buralarda.”

Mesajı verdiğinden emin, ağır adımlarla apartmana girdi. Apartman girişindeki sensörlü lamba söner sönmez mavi çöp torbasını konteynırdan çıkararak hızla oradan uzaklaştım. Torbayı gönül rahatlığıyla karıştırabileceğim ıssız bir köşe bulana kadar resmen belim çıkmıştı. Olsun, hem usta bir dedektif olmak kolay mıydı? Ben de o filmdeki gibi elbet zorluklarla karşılaşacak ama er ya da geç istediğime mutlaka ulaşacaktım.

Kendisiyle düğümlenmiş torbayı açıp içine baktım. Kuytudaydım ve karanlıktan hiçbir şey görünmüyordu. Sonra birden elimi, sanki ömrümü onu bulmak için adadığım bir hazine sandığına daldırır gibi heyecanla içine daldırdım. Kim bilir beni ne sihirli lambalar, ne sikkeler, ne külçeler bekliyordu?
Payıma düşen ilk ganimet bolonez soslu küflenmiş spagettiler oldu! Ama bu beni yıldırmadı. Torba o kadar kötü kokuyordu ki onu karıştırırken kafamı gökyüzüne çeviriyor az da olsa temiz hava solumaya çalışıyordum.

Olayı biraz daha katlanılır kılmak için kendimi çocukluğumda yılbaşı gecelerinde televizyonda izleyip hayran olduğum tombalacı gibi hayal etmeye başladım. Birinci çinko! İkinci çinko! derken avucumu tamamen kaplamış kedi bokunu görünce “Tombalaa!” diye bağırdım ve filmdeki dedektife sunturlu bir küfür savurarak tüm torbayı sinirle kaldırıma boca ettim. O sırada gözüm, üzerinde “Yanardağ Çiğ Köfte” yazan ıslak mendile ilişti. Derdi veren, dermanı da veriyordu işte! Hazine sandığı da neymiş ki? O anda kırk haramileri haklayıp, hakkı olan servete kavuşmuş Ali Baba kadar mutlu ve muzafferdim. Fakat heyhat, yanardağın ısısından olsa gerek restoranın ıslak mendili bile kurumuştu. Yine de hiç yoktan iyiydi!

Elbette torbadan çıkan her şeyi burada yazmayacağımı tahmin edersiniz. Ne de olsa insanların özeli değil mi? Yine de sizi bu bilgiden tamamen mahrum etmek istemem. Çok azı yenmiş kedi maması tenekeleri, irili ufaklı dışkı sergisi kıvamında kedi kumu, açılmamış envai marka kedi mamaları, içi kalıntılarla dolu pizza kutuları, boş nutella kavanozu, boş bira şişeleri, boş şarap şişeleri, boş votka şişeleri, boş süt şişeleri…

Çıldırmıştım, “Boş, boş her şey boş!”, deyip ayağımla pizza kutularından birine sağlam bir tekme savurdum. O sırada kutunun içinden kenarı kırılmış, yer yer çizilmiş eski bir plak yola fırladı. Heyecanla koştum. Üzerinde belli belirsiz seçilen bıyıklı şarkıcının fotoğrafından çok eski bir dönemin olduğu belliydi. Etiket yıprandığından sanatçının ismini okuyamıyordum. Belki de bizim huysuzu duygulandıran şarkı bu plaktaydı!

Daha önce küfür ettiğim dedektife ayıp ettiğimi düşünerek, “Özür dilerim Marlowe, özür dilerim… Sen her zamanki gibi haklıydın!” diye haykırdım. Tam da filmin atmosferine yakışır bir sokaktaydım. Marlowe, sanki şu köşeden dumanlar içinde bir görünecek, “Sorun değil ufaklık” deyip sigarası elinde şapkasının ucuna dokunarak müstehzi bir selam verip arkasını dönüp birden karanlıkta kaybolacaktı.

Coşkuyla eve dönüp üç saat kadar küvet keyfi yaptım. Arada hemen yanı başımda duran plağa bakıyordum. Plağı dinleme hazzımı yeterince ertelediğimi düşünerek bornozumla salondaki koltuğa yayılıp ayaklarımı uzattım ve günü taçlandıracak son sigaramı yaktım. 45’lik, plakçalarda usul usul dönerken, İtalyan tenor çok acıklı bir şarkı söylemeye başladı. Kullanılan dil çok eski İtalyanca olsa da yedi sene İtalyan Dili ve Edebiyatı okumanın sonunda bir faydası olmuştu!

“Penceremde parlayan ışık, parmalıyor artık” diyordu ve ölen aşkından bahsediyordu. Plağın diğer yüzünü hiç merak etmedim. Aradığım şarkıyı bulmuştum. Tüm gece aralıksız dinledim ve sözlerini çıkarmaya çalıştım.

Yine de onun hakkında pek az şey biliyordum. Plak beni cesaretlendirmiş olsa da gerçekte elimde pek bir şey yoktu. Son kez şansımı denemek istedim ve ertesi gün yine parka gittim. Dikkat çekmemek için arada sırada dolaşıp geri geliyordum ama değişen bir şey yoktu. Artık perdesi kapalı, silüeti eksikti. Akşam olmuş, evdeki loş ışık yanmıştı.

Tam vazgeçip kalkmak üzereyken parkta bir hareketlenme oldu. Nereden çıktığını bilmediğim bir sürü kedi bir kadına doğru koşmaya başladılar. Tahmin ettiğim gibi bu kadın bizim mahallenin nefret objesi ‘kedi delisi kadın’ dı. Tüm gün mama dağıtır, mahalleliyle tartışırdı. Kimseye bir zararı yoktu aslında. Pek ilgilenmeyip yüzümü çevirdim. Benim derdim bana yeterdi. Yine hikayeyi yazamamış, arkadaşlarıma ne diyeceğimi düşünürken gözlerimi sabitlemiş boş boş eve bakıyordum.

Bu düşünceler silsilesi içinde ne zaman gelip de yanımdaki banka oturduğunu anlamadım bile.

“Ah!”, “Vikont M., ne farklıydın sen?”

Benimle konuşup konuşmadığından emin olamadım,
“Pardon, bana mı dediniz?”

“Vikont, diyorum. Ne de farklıydı diğerlerinden…”

Biraz alaycı yaklaştım, “Hangi Vikont? Siz de Vikontes misiniz yoksa?”

“İşte şurada oturan”, dedi, “ Hani şu senin her gün gelip gözetlediğin ev”.
Bu mahallede hiçbir şey gizli kalmıyordu anlaşılan. İnsanların parkta bile birazcık mahrumiyeti olamayacak mı bu ülkede! Neyse ki bu haklı feveranımı bastırmayı bilip pür dikkat kadını dinlemeye başladım,

“Çok eskiden beri tanırım on sene oluyor neredeyse”,

Heyecanlanmıştım. Sonunda onu iyi tanıyan birisini bulmuştum. İşte şimdi talihim değişiyordu. Bu başıma gelen tombala değil olsa olsa büyük yılbaşı ikramiyesiydi! Yeter ki şu hikayeyi yazabileyim, ikramiyeyi canı gönülden dağıtmaya razıydım.

“Nasıldı? O, yani Vikont M. … Huysuz muydu?”, Vikont dedikçe bir gülme geliyor ama kendimi tutuyordum.

“Hiç huysuz değildi. On sene önce onu ilk gördüğümde üzerinde bahar çiçeklerinin uçarılığı, ulu kızıl çamların heybeti, papatyaların son yaprağındaki ‘seviyor’u vardı…”

Kadın umduğumdan da deli çıkmıştı! Ama olsun yapacak daha iyi bir şeyim yoktu sabaha kadar onun saçmalıklarını dinleyebilirdim.

“Demek öyle, sadece bu kadar mı?”, dedim, daha ne kadar şiirsel takılabilir merak ediyordum. Kadınla konuşurken bir yandan avuçladığım kedi boku aklıma geliyor, sanki tüm kedilerden o sorumluymuş gibi içten içe ona kızıyordum. Diğer yandan da anlatacaklarını gerçekten merak ediyordum.

“Ben ona Vikont derdim. Çünkü M., bir Vikont kadar asildi, yüce gönüllüydü. Yürüdüğünde etraftakilerde hayranlık uyandırırdı”

Sıkılmaya başlamıştım bu muhabbetten,

“Ee, sonra ne oldu Vikont’a?”

“Birgün aşık oldu.”

Aman ne ilginç!

“Kime? Vikontese mi? Yoksa boyundan büyük işlere kalkışıp Barones’in peşine mi düştü?”

“Hayır Matmazel Jartiyer’e.”

Kadın belli ki deliydi ama hayal dünyası daha da deliydi. Ya da fantazi dünyası mı demeliyim? Bilemiyorum… Orasını siz okurlarıma bırakıyorum.

“Bir gün yolda onu gördü, aşık oldu. Sonrasında Vikont M. için hiçbir şey eskisi gibi olmadı”

“Neden peki? Aşkına karşılık mı bulamadı? Platonikti o zaman?”

“Hayır tam aksine Matmazel Jartiyer de ona aşık oldu. Hatta bir süre çok mutlu yaşadılar. Sürekli sokaklarda görürdük onları. Onlar geçerken sanki mevsim bahar olur, her yer ayrı ışıldardı. Herkes gıpta ederdi ilişkilerine. Ama sonra…”

Kadın yutkundu ve sustu. Onun bu hali beni iyice meraklandırdı. Bu kadının benim büyük ikramiyem olduğuna gerçekten ilk defa onu böyle görünce inandım. Anlatacağı her neyse çok etkilenmişe benziyordu.

“Sonra, sonra ne oldu? Lütfen devam edin…”

“Evlenecekleri gün kız birden ortadan kayboldu. Arkasında sadece bir not bırakarak…
‘Pencerendeki ışık artık yok. Onu unut’
Onun başkasıyla kaçtığını söyleyenler oldu. M. buna hiçbir zaman inanmadı. Bunu iddia eden en yakınlarıyla bile kavga etti, aşkından derbeder oldu. Günlerce, aylarca onu ilk gördüğü yerde bekledi, uyudu, uyandı… Ama nafile, Matmazel geri dönmedi.”

Demek smokin o yüzden diye düşündüm. Hala o günkü gibi onu bekliyor! Ne romantik bir hikaye…Kahramanımın üzerindeki sır perdesi yavaş yavaş aralanıyordu,

“Neden vazgeçmedi?”

Bu soruyu sormamı beklermiş gibi başını salladı,

“Kara sevda böyle bir şey delikanlı. Kara büyü gibi…”, duraksadı, “Sonunu bilirsin, engellemeye çalışırsın ama önüne geçemezsin”

Bu cümleler ağzından çıkarken, sanki sadece ondan değil kendi hayatından da bahsediyordu. Uzaklara dalıp gitmişti. Kadının gözlerinde Vikont’un bakışının aynısı vardı. Şimdi onunla göz göze geldiğimde beni etkileyen hüznü daha iyi anlıyor, hem onun hem de kadın için üzülüyordum.

Bir sigara yakıp, sessizce ve saygıyla kendini toplaması için bekledim. Tam sigaramı yere attığımda tekrar anlatmaya başladı,

“Artık aklını yitirmek üzereydi. Bunun üzerine onu eve kapattılar, dışarı çıkmasına hiç izin vermediler. Söylenen o ki Matmazeli unutması için bir sürü tedavi denediler. O ise sekiz sene her gün, her gece pencerede Matmazeli bekledi. Hiç vazgeçmedi.”

Hem Vikont’a kahroluyor, hem de böyle bir aşkı sonuna kadar yaşadığı için onu çıldırasıya kıskanıyordum,

“Ama”, dedim “artık çıkmıyor pencereye. Sonunda vazgeçti demek ki?”

Kadın o zamana kadar bana hiç bakmamıştı. Yavaşça yüzünü bana döndü, gözleri hala buğuluydu,

“Siz gençler hiçbir şeyi anlamıyorsunuz değil mi? O asla vazgeçmedi.”

Gerçekten anlamıyordum.

“Bundan bir hafta önce Matmazel’in ölüm haberini aldı. Meğerse J., hastaymış ve ondan saklanmak, ona bu acıyı yaşatmamak için buralardan gitmiş.”

Boğazıma demir bir leblebi takıldı sanki. Ağlamamak için kendimi zor tutuyordum.

“Yani aslında sevdiği için mi terk etmiş onu? Ama Vikont, o ne kadar hasta olursa olsun her şartta onun yanında kalırdı… Değil mi?”, diyebildim, güçlükle.

Onaylayarak kafa salladı,

“Vikont vazgeçmemekte haklıydı evlat”, dedi, “Ondan hiç vazgeçmedi ta ki…”

“Ta ki ne? Ne, söyleyin artık lütfen, dayanamıyorum!”

“Ta ki Jartiyer’in öldüğüne inanmayıp her gün yaptığı gibi onun kokusunu almak için pencereden başını çıkarana kadar. Emin ol böyle sevdiğin birinin kokusu, senden binlerce kilometre uzakta da olsa mutlaka gelir seni bulur. İşte Vikont o zaman Matmazel’in öldüğünü anladı, gözünden bir damla yaş süzüldü. Bir daha da pencereye hiç çıkmadı. Çünkü artık onun gelmeyeceğini ve kendisinin ona gitmesi gerektiğini biliyordu.”

Duyduklarımın etkisiyle ayağa kalkmış kadının oturduğu bankın önünde ileri geri huzursuzca yürüyordum. Kaçıncı sigarayı yaktığımı hatırlamıyorum ama elime aldığım iki nefeste yarılanıyordu. Kim bilir ne kadar zaman sonra durdum, korktuğum soruyu sesim titreyerek sordum,

“Peki Vikont M. … İntihar mı etti?”

“Hayır. İntihar edemezdi. Zaten kendisine zarar vereceğinden korkup penceresini asla tam açmazlardı. Velev ki açtılar o kimseye sorumluluk yüklemek istemezdi. Vikontum kendi yolunu seçti.”

“Yaşıyor yani!”

Yine anlamıyorsun anlamında başını salladı,

“Hayır evlat, Vikont’um yemeyi içmeyi bıraktı, evdeki plakçaların üzerine uzandı ve asilce zamanını bekledi. Ne yemek verdilerse, ne yaptılarsa onu yaşamaya ikna edemediler.”

Son kez eve döndüm baktım. Loş ışık hala yanıyordu. İnanmak istemedim. Sanki her an orada belirecek, “Bak burdayım hiç tanımadığım ama şimdi bana şah damarımdan daha yakın dostum, hiçbir şeyden vazgeçmedim, inanma sen onlara!” der gibi bana bakacaktı.

Artık konuşacak bir şey kalmamıştı. Kadına sımsıkı sarıldım. O elleriyle sırtıma “üzülme, hayat böyle” der gibi dokunuyordu.

Arkamı dönüp giderken başka bir grup kedinin ona doğru koştuğunu gördüm, eli hemen mama dolu torbaya gitti. İşte hayat Vikont M. ve Matmazel J.’siz de devam ediyordu. Ama daha bir eksilmiş, kokusu azalmış, tadı kaçmış, sıradanlaşmıştı.

Eve gittiğimde plağı yeniden dinlemeye başladım.

O dudaklardan bir zamanlar çiçekler fışkırırdı,
Ah! Ne yazık şimdi kurtlar var sadece

Sanki bu dünyada değildim.

Dergiden Sedat sürekli arıyordu. Mutlaka hikayeyi soracaktı. Evet, bir hikayem vardı ama bu hikaye kaleme kağıda sığmayacak kadar büyük bir hikayeydi.

Deli gibi çalan telefonu sessize aldım. Vikont ve Matmazeli sonunda kavuşmuş düşünerek huzur bulmaya çalıştım.

 

 

Site Footer

Sliding Sidebar