süvari emanet

Emanet

Yemyeşil kayın dallarının arasından kızgınlığını hissettiren güneşi görmek neredeyse imkansızdı. Süvari, bir yandan yüzünü gökyüzüne çevirmiş yapraklardan süzülerek gelen güneşin çehresine usul usul vuran ışığıyla huzur buluyor, öte yandan kim bilir en son ne zaman geçtiği bu eşsiz ormanın uçsuz bucaksızlığını tahayyül ediyordu. Cefakar atının sırtında tüm korkulardan uzakta, sonsuz bir güven duygusuyla dopdoluydu.

Birden bunca yıldır hiçbir vakit olmayan bir şey oldu. Atı belki kuru bir dala bastığından belki de başka bir nedenle sendeledi. Süvarinin göz kapakları istemsizce açıldı. O ana kadar saklanmış öğlen güneşi sanki pusuda bekleyen bir düşmanın bir anda ortaya çıkıp hançerini saplaması gibi acımasızca süvarinin gözünü aldı. Atlı hiçbir şey göremiyordu. Körlüğü bitene kadar dizginleri sımsıkı kavrarken diğer elini atın sağrısındaki heybenin üzerine koydu. Salda, sıradan bir at olsaydı dizginleri bu denli çekildiğinde huysuzlanabilirdi ama o, incecik patika yolda tırıs yürüyüşünü hiçbir şey olmamış gibi sürdürdü.

Süvari, görüşü yeniden açılınca tüm yüzünü kaplamış terini üniformasının yenine “şükürler olsun” diyerek ağır ağır sildi. Gitgide kısalan gölgesine göz ucuyla bakarken dün gece konakladığı handaki cüce aklına düştü. Şu anda gölgesi tam da onun boyundaydı. Hatta o kadar ki kınındaki kılıcı bile gölgeden daha uzun görünüyordu. Birkaç kapik için masalara çıkıp şarkı söyleyen bu kimine göre sevimli kimine göre korkunç yaratık, kilden yapılmış şarap kadehini ona uzatırken şöyle demişti,

“Hepimiz Tanrının güneşinin altında eşitiz kardeşim. Sen bana iki kapik fişekle ben de sana önüne geçemeyeceğin kaderin için bir mani söyleyeyim.”

Cüceye biraz küçümseyerek bakmış ama meraklanmadan da edememişti. Kadehine cebinden çıkardığı dört kapiği atıp

“Her süvari kaderini kendi yazar, cücelereyse olsa olsa onların hikâyesini söylemek düşer. Yine de madem istedin, en güzelinden olsun. Yoksa alırım kelleni!”, diyerek cücenin gözünde yarattığı korkuyu görmek için kafasını kaldırdığında tek gördüğü onun patiğe benzeyen kırmızı papuçlardı. Zira cüce çoktan masanın üstüne çıkmış, hanın loş ışığının altında kollarını iki yana açarak avuçlarını yukarı doğru çevirmiş, sanki başlamak için ilahi bir işaret bekliyordu. Bu görüntüsüyle tıknaz bir hacı anımsattığından olsa gerek, handakiler, süvari de dahil, bir bir istavroz çıkardılar.
Hanın hiç bitmeyecek gibi gelen uğultusu giderek dindi ve mutlak sessizliğin hakim olduğu tam o anda cücenin yalaktan su içen eşeğinin anırarak beklenen ilahi işareti vermesiyle cüce birden süvarinin önünde diz çökerek elini uzaklardaki karartıya bakar gibi alnına dayadı, manisine başladı:

“Karanlıkta cüceyim, aydınlıkta dev,
Cesurun kalbindeyim, ödleğin son nefesinde,
Kaderini öğrenmek istedi babayiğit bir süvari,
İşte atının üzerinde gidiyor bir bilinmeze”

Bu sırada hanın koca memeleriyle meşhur sakisi Bakuşka elinde testiyle sağa sola koştururken diğer eliyle uçuşan eteğini bastırıyor, durmaksızın boşalan kadehleri tazeliyordu. Handaki tüm erkekler bu hantal ama bir o kadar da iç gıcıklayan görüntüden hoşnut coştukça coşuyor Bakuşka onlara da şarap doldursun diye kadehlerini bir dikişte bitiriyorlardı. Kimisi onu kucağına oturtup türlü iltifatlarla yanağından bir buse koparmaya çalışıyor, kimisi ise babası topal Igor’a onun gibi bir adamdan böyle bir meleğin dünyaya gelemeyeceğini, bu işte bir bit yeniği olduğunu ima eden nüktelerle takılıyorlardı. Sert bir Kazak olan Igor, ilkin sadece ters ters bakıp yere tükürerek sessizce testileri doldurmaya devam ediyor, daha çok üstüne gelinirse sinirlenip misafirlerinin anaları babaları hakkında aklına ne gelirse sayıp sövüyor, onun çileden çıkması kalabalığı daha da eğlendiriyordu.

Masanın üstünde adeta devleşen cüce her dörtlük sonunda duruyor, kadehinden dolu dolu bir yudum alıyor, handakiler maniye devam etmesi için ayaklarını yere vurarak hep bir ağızdan onun adını haykırıyorlardı: “Polka! Polka! Polka!”

Tezahüratlar cüceyi iyice şevklendiriyordu. Şaraba bulanmış kızıl sakalını gömleğinin koluna keskin hareketlerle silerken kısacık kolları sanki dünyanın en önemli işini yapıyor gibi görünüyorlardı. Upuzun han masasının bir ucundan diğerine teatral adımlarla koşarak diğer masalara çevik hareketlerle sıçrıyor nihayetinde bir noktada mıh gibi çakılı kalıp kendine has bir melodiyle bezediği gizemli manisine devam ediyordu,

“Emaneti saklı heybesinde,
Yaşlı atı biliyor yolları ezbere,
Kızgın güneş gözünü aldığında,
Beni hatırlayacak atının sırtında”

Süvari gerçekten de onu hatırlamıştı. Hayat ne garip tesadüflerle dolu diye düşündü. Kehanetin kendini gerçekleştirme olasılığına güldü geçti.
“Ah”, dedi, “bu başımdaki şarap dumanları bana neler düşündürtüyor”.

Gün daha doğmadan yola çıkmış, hiç aralıksız saatlerce yol almışlardı. Gece sağlam bir uyku çekmek için odasına çekilmiş fakat hayli geç saatte onu ziyaret eden Bakuşka dinlenmesine pek fırsat vermemişti. Biraz soluklanması, öğlen sıcağının geçmesi için bir süre kestirmesi akıllıca olacaktı. Salda onun aklından geçenleri okumuş gibi dev gövdeli bir meşe ağacının yanında durdu.

Bu emektar at şüphesiz ki ona şu dünyadaki en yakın varlıktı. Süvari, bu doru kısrağı daha henüz vahşi bir tayken görmüş uzun uğraşlar vererek ancak onun güvenini kazandıktan sonra sırtına yerleşebilmişti. Süvari Salda’nın vahşi doğasına saygı duyduğundan onu hiçbir zaman bir yere bağlamamış, daha hızlı koşması için mahmuzuyla bir kere olsun vurma gereği bile duymamıştı. O ne zaman koşacağını, nerede duracağını zaten bilirdi. Salda ise Süvari’yi sonsuz sadakatiyle ödüllendirerek asla yalnız bırakmamış bu tehlikeli topraklardaki her yolculuğunda onun yoldaşı olmuştu. İşin doğrusu bu saatten sonra ne Salda onsuz, ne o Salda’sız yapabilirdi. İkisi de yaşlanmışlardı yaşlanmasına ama her yola çıktıklarında yenileniyor, kendilerini dipdiri hissediyorlardı.

Süvari, ona verilen emanetin ne olduğunu asla sormazdı. Sadece onu bekleyen maceranın yaşatacağı “yaşıyorum” hissinin vereceği hazla bu işi yapardı. Ücretin yarısını emaneti verenden, diğer yarısını ise teslim ettiğinden alırdı. Geçeceği güzergahın tehlikesine göre ücreti de değişirdi.
Ama bunu çil çil altın için yaptığını söyleseler alınır, “En büyük emanetim şu içimde taşıdığım ruhum. Nasıl ki ruhuma değer biçip kimseye satmazsam, bir kişi bana güvenip kıymetlisini emanet ediyorsa bil ki ruhundan bir parça emanet ediyordur. Onu da kendi ruhuma katar taşırım.”, derdi.

Yalan söylemiyordu. Şu an taşıdığı emaneti de hiçbir karşılık almadan sadece karşısındakinin zor durumda olduğunu hissettiği için kabul etmişti. Salda’yla anlaşamadıkları belki de tek konu buydu. Süvari yaşlandıkça duygusallaşmış olur olmaz işleri bir kapik bile almadan kabul etmeye başlamıştı. Eskisi kadar kazanamayan atlı kimi gece yatağa aç giriyor, ama bu durumu Salda kadar önemsemiyordu.

Salda, bu işi de kabul edeceğini anladığı Süvari’yi uyarmak için önce sol ayağıyla iki kere toprağı eşelemiş, huysuzlanır gibi üç defa kişnemişti. Bu da yeterli gelmeyince Süvari ve emaneti veren baldırı çıplağa arkasını dönerek bir güzel yellenmişti. Süvari, onun endişelendiğini anlamış başını okşayarak, “Hiç sana zartalos yakışıyor mu? Hem görmüyor musun ne kadar müşkül durumda, biz de götürmezsek kim götürecek emanetini? Hadi ama Salda, yoksa risk alamayacak kadar yaşlandın mı gerçekten? Ne zamandır böyle zorlu bir yolculuğa çıkmadık. Beni yalnız mı bırakacaksın?”, demiş onu vicdanı ve gururuyla sınamıştı. Salda bu dikbaşlı süvariyi, verdiği karardan asla dönmeyeceğini bilecek kadar iyi tanıyordu. Daha fazla uzatmadı çaresiz teslim oldu,

“Eskiden olsa hayatta kabul etmezdi iyice yaşlandı. Ah! Kendini hala genç sanan inatçı bir süvari işte! Ne atabilirsin ne satabilirsin! Hem de Banditsky ormanı demek… Atın ölümü gururundan olsun madem!”

Banditsky ormanı güzelliği kadar, nice yiğide mezar nice hayduta uğursuza mekan olmasıyla da meşhurdu. Buradan daha önce de defalarca geçmiş, sadece zor anlarda hatırladıkları Tanrının da yardımıyla bir kere bile faka basmamışlardı.

Meşe ağacına sırtını veren süvari emaneti üniformasının içine sokmuş, torbasındaki kara zeytinleri çıkarmış mısır ekmeğiyle beraber afiyetle yiyordu. Ağzını şapırdatarak,
“Biliyor musun Salda”, dedi, “bu bizim oraların zeytini gibisi yok öyle etli öyle sulu ki” Salda onu dinliyormuş gibi kuyruğunu sallasa da aslında o sırada sadece çiğnediği yonca otunun diriliğini düşünüyordu. Süvari, zeytin ağaçlarıyla meşhur Olivskaya köyünün zeytinlerini elinde olmadan her fırsatta övdüğünü, Salda’nın da sürekli buna maruz kaldığını düşünüp devam etti,
“Kime diyorum ben, sen bilmeyeceksin de kim bilecek değil mi?”

Yapraklar, arada esen rüzgarla beraber yağmura benzer yumuşacık bir ses çıkarıyor ona dün gece duyduğu maninin melodisini hatırlatıyordu. Göz kapakları ağırlaşarak dipsiz bir uykuya dalması uzun sürmedi. Kim bilir uyuduktan ne kadar sonra kulağına cücenin masada uyuyor taklidi yaparken söylediği şu dörtlük çalındı,

“Bir ağaç dibinde derin uykuda,
Emaneti yanında sandığında,
Uyanacak tuhaf bir ürpertiyle,
Kulak vermeliydim diyecek belki de o cüceye”

Süvari, “Polka!!”, diye bağırarak uyandı. Hemen göğsünü yokladı emanet yerinde duruyor, can yoldaşı Salda neler olduğunu anlamak ister gibi ona bakıyordu. Güneş etkisini hayli yitirmiş handiyse akşam olmuştu. Rahatladı. “Ne aptal bir cüce!”

Varacakları yer yaklaşık elli versta ötedeydi. Emaneti şafak sökerken teslim edebilmesi için tüm gece yolculuk yapmalılardı. Süvari, gece olmadan ormandaki gölete ulaşıp kısa bir mola vererek hem mataraları doldurmayı hem de Salda’nın biraz dinlenmesini istiyordu.

Son zamanlarda burayla ilgili birçok ipe sapa gelmez hikaye işitmişti. Ormanda artık yol kesen çetelerden çok bir hayaletin varlığından bahsediliyordu. Anlatıya göre bu aklını yitirmiş Kont Sarunov’in zavallı hayaletiydi. Aristokrat bir aileden gelen bu kontun varlıkları saymakla bitmezdi ama en değerli varlığı bir tanecik kızıydı. Annesi öldüğünde kız henüz beş yaşındaydı. Hasta yatağında Kontes Sarunova’nın kocasına son sözleri “Gruşeva sana emanet. Ona bir zeval gelmesine asla izin verme, yoksa seni iki cihanda da affetmem.”, olmuştu,

Sarunov tam on üç sene kızını her şeyden sakınmış, üzerine titremişti. Ancak hangi baba kızına tamamen söz geçirebilmiş ki? Ele avuca sığmaz Gruşeva, pencereden ona bakan babasına gülümseyerek el sallamış, ardından beyaz atını dört nala Banditsky ormanına doğru sürmüştü. Bu, kızını ormanın tehlikeleri hakkında sürekli uyaran babanın onu son görüşü olmuştu.
Kont, ilkin kızını umutla beklemiş ama bu umudu günbegün azalıp çaresizliğe dönüşmüştü. İçinde Kontes ve Gruşeva’nın fotoğrafları olan madalyon kolyesi dışında her şeyini olduğu gibi geride bırakarak ormanda kızını aramaya başlamıştı.

Yana yakıla yardım istediği çete liderleri ona yardım etmek şöyle dursun bir aristokratın bu hale düşmesiyle dalga geçerek itip kakmışlardı. Öyle ya bu ormanda onlardan habersiz kuş uçamazdı, değil ki güzeller güzeli Gruşeva bembeyaz atıyla kimselere görünmeden geçip gitsin. Kızı sır olan bu bahtsız baba gün geçtikçe artan acısıyla başa çıkamayarak tam bir meczupa dönüşmüş, bir süre sonra da onu ne gören ne işiten olmuştu.

Kimine göre Sarunov sonunda kızını bulmuş, baba kız bambaşka bir köye yerleşmiş vefakar kızı da babası ölene kadar ona bakmıştı. Kimine göre ise Kont uçsuz bucaksız bu ormanda tıpkı kızı gibi kurda kuşa yem olmuştu.

Süvari gölete doğru ilerlerken bu zavallı kontu düşünüyordu. Dün gece Polka onu anlattığı bölümü patiklerinin yarısı masada yarısı boşluktayken söylemişti,

“Eskiden aristokratmış şimdiyse bir deli,
Göğsünde saklı biricik kızının hayali,
Ne kadar doğrudur bilemem amma,
Huzur bulamaz derler gören bu hayaleti.”

Tam son dizeyi okuduğunda, cüce sanki uçurumdan atlar gibi kendini masadan boşluğa bırakmış, birden görünmez olmuştu. Doğrusu oyunculuğu takdiri hak ediyordu.

Süvarinin daha sonra dinlediğine göre Sarunov ortadan kaybolduktan bir süre sonra bir hayalet ormandaki haydutlara her gece görünmeye, onları rahatsız etmeye başlamıştı. Artık uyku uyuyamaz hale gelen bu uğursuzların çoğu ormanı terk etmiş, bazıları tövbe ederek Tanrıya günahlarının affı için gece gündüz dua eder olmuşlardı. Bir tanesi hariç.

O tüm haydutlar arasında en acımasızları olan Dimitri’ydi. Dimitri eski bir Rus subayıydı. Çara başkaldıran bir köydeki isyanı bastırmakla görevlendirilmiş, çıkan çatışmada gözünün birini köy meydanındaki çeşmenin önünde bırakmıştı. O hışımla askerlerine kadın çocuk demeden katliam yapmalarını emreden Dimitri Semyonov, tüm köyü ateşe vermişti. Derler ki o tek göz orada hala ağlamaktadır.

Ordudan rütbesi sökülerek atıldığı günden beri Banditsky ormanını mesken eylemiş zamanla namı diğer haydutlardan önce anılır olmuştu. Ormanda nerede saklandığını, ne zaman kimin karşısına çıkacağını kimse bilemezdi. Gücü, biraz da bu sırrından geliyordu.Anlatılana gore sadece istediği zaman görünür olan bu haydut soyduğu kimilerinin canını namı yürüsün diye bağışlasa da çoğunu sırf zevk için öldürürdü. Hayalet ortaya çıktıktan sonra ormanda kalmayı sürdürmesi onun ününü daha da artırmış, “Hayalet bile Dimitri’yi bulamadı!”, mübalağası ağızdan ağıza yayılmıştı.

İgor’un yardımıyla masaya çıkan cüce, maniye devam etmeden önce, zilzurna sarhoş birinin masaya düşmüş kafasını yağlı saçlarından tutarak kaldırmıştı. Adamın sol gözünü tamamen kapatan göz bandını el çabukluğuyla alıp takar takmaz masaya geri düşen sarhoş kafa hanın gürültüsünde bile fark edilecek kadar tok bir ses çıkararak handakilere ikinci perdenin başlayacağını haber vermişti. Herkes pür dikkat cüceye bakıyor, ağzından çıkacakları heyecanla bekliyorlardı.

Polka, suratına alaycı bir ifade kondurarak Dimitri’yi taklide başladı,

“Acımasız tek gözlü bir canavarım,
Kimse bilmez nerede yaşarım,
Söyleyin yoluma çıkacak fanilere,
Kanlarıyla yıkanacak çıplak kılıcım”

Süvari bu dörtlüğü duyduğunda içinden “Soysuz Dimitri! Sen karşıma çıkma gafletini göster, ben de sana dünyanın kaç bucak olduğunu!”, diye haykırmıştı. Sonra neden hayli yaşlanmış elleri gözüne çarpınca keyfi kaçmış, “Belki de”, demişti dişlerinin arasından sessizce, “bu son yolculuğum, son emanetimdir.”

Atlı, bir süre sonra şarabın da etkisiyle sarhoş olduğundan maninin devamını hayal meyal hatırlıyordu. Bu sırada Salda ve Süvari gölete varmışlar at kana kana su içmeye başlamıştı. O ise emaneti yine göğsüne sokmuş, ayın şavkı vuran suda suretini izliyordu. İyice sessizleşen ormanda çok sevdiği bir şiiri mırıldanmaya başladı,

“Ey uzak ülke, güzel ülke, Ey bilmediğim ülke…”

Arkasında belli belirsiz bir soluk duydu ya da ona öyle geldi. Doğruldu. Eli kınındaki kılıcına uzandığı sırada sırtında diğerinin keskin kılıcını hissetti. Şimdi sudaki yansımasının yanında Dimitri’nin sureti de duruyordu.

“Duydum ki bana meydan okumuşsun. İşte karşındayım. İstesem seni şuracıkta, sen daha beni fark edemeden öldürebilirdim. Yine de dövüşerek canını almak daha çok hoşuma gider. Ya sen ya ben öleceğiz ama hangimiz ölürsek ölelim namımıza yakışır bir şekilde olacak.”, dedi Dimitri.

Süvari yüzünü hayduta döndüğünde Dimitri’nin yüzündeki ifadeyle cücenin onu taklit ederkenki ifadesinin benzerliğine şaştı kaldı. Karşısında kendinden hayli genç ve yapılı bir adam vardı.

“Hakkında dinlediklerim bana tam aksini yapacağını düşündürmüştü. Demek ki hala biraz olsun onurun varmış”, dedi ihtiyar süvari kılıcını çekerken.

İki adam ay ışığının altında birbirlerinin boş anını kollayarak dönmeye başladılar.

İlk hamleyi süvari yaptı ama Semyonov çok çevikti.
“Senin yaşında bir süvari için hiç fena değil ihtiyar”, dedi ve devam etti, “Seninle geçliğinde dövüşmeyi ne kadar isterdim bilemezsin!”

Bu defa hamle sırası hayduta gelmişti. Süvari kılıcıyla onu karşıladı. Kılıçları birbirine kaynamış gibi uzun süre kendi eksenleri etrafında döndüler. Haydut onu ittiğinde gücüne karşı koyamarak geri geri sendeledi ve Salda’nın ayakları dibine kapaklandı. Salda ile göz göze geldiler,

“Biliyorum”, dedi Süvari, “bu işi kabul ettiğim için bana hala kızgınsın… Buraya kadarmış ne yapalım?” Salda ise vakur dinledi onu içinden sadece “İnatçı aptal”, diye geçirdi.

Haydut onun toparlanmasını beklerken,
“Hadi ama ihtiyar, bırak bu romantik konuşmaları. Benim bile içim sızlayacak neredeyse”, diye seslendi ve ardından bet bir kahkaha attı.

Ayağa kalkan atlı nefes nefese konuşmaya başladı,
“Seninle benim aramdaki fark ne biliyor musun Dimitri?  Ben bu gece burada ölsem de bu dünyada iyi şeyler yaptım diyebiliyorum, içim aydınlanıyor. Sen ise daha uzun yıllar yaşayacaksın belki ama yaptığın tüm kötülüklerle hep karanlıkta kalacaksın.”

“O kadar emin olma, her karanlıkta az da olsa aydınlık saklıdır.”, diye cevapladı öteki ve biraz öncekinden daha şiddetli saldırdı. İhtiyar daha ne olduğunu anlayamadan kılıcın soğuk çeliğini kolunda hissetti.

Süvari, can havliyle birkaç kere saldırdı ama nafile. Haydut uzun bacaklarıyla sağa sola yaylanıyor tüm hamlelerini rahatlıkla bertaraf ediyordu.
İhtiyarın takati kalmamıştı. Buradan sağ çıkamayacağını anlamıştı. Kolundaki kesiğe şöyle bir baktı, çok derin sayılmazdı. Mümkün olduğunca çabuk bitsin istiyordu.

“En iyi hamlen bu mu?” dedi ama soruyu sorar sormaz haydut bu defa onu bacağından yaraladı. Dimitri sanki oyun oynuyordu. Sadece o istediği zaman bitecek bir oyundu bu. Başlangıcına ve sonuna onun karar verdiği.

Atlı artık topallıyor, sürekli kan kaybediyordu, Semyonov onun biraz soluklanmasına izin vermek için konuşmaya başladı,

“Siz emanetçiler neden kendinizi bu kadar iyi sanıyorsunuz? Tek yaptığınız birilerinin getir götür işlerini yapıp buna kendinizce büyük anlamlar atfetmek. Bunu da becerebilseniz bari!”

“Bir köyde masumları öldürüp, silahsız insanları soymaktan yeğdir bu yaptığımız. Çok şükür elime hiçbir masumun kanı bulaşmadı, şimdiye kadar da ulaştıramadığım hiçbir emanet olmadı!”

Semyonov, kılıcını indirdi,
“Elime kan bulaştığı doğru, masumları öldürdüğüm de. Ama ben Çarına bağlı şerefli bir askerdim Süvari, bunu bilesin! O zaman öyle gerekmişti, Çarın kesin hükmü vardı. Yoksa anlatılanlar gibi ne o çeşme önünde hala ağlayan kanlı gözüm ne de benim kötülüğüm değildi bunu yaptıran. Yine de çok işime yaradı bu hikayeler. Ormanda namım yürüdü, herkes korktu benden! Ben ortaya çıkmadıkça hakkımda yeni hikayeler uydurdular. Korkulacak şeyler yapmadım demiyorum, elbet çok kan döktüm. Ama uzun zamandır öldürdüğüm ilk insan sen olacaksın. Tam da konuşabileceğim kafa dengi birini bulmuşken bu ne kadar da acı!”

Atlı neredeyse karşısındaki adama sempati duyacaktı,
“Bilemem Semyonov, belki de aydınlık bir tarafın vardır. Aramızdaki farkı daha önce söylemiştim, şimdi bir de benzerliğimizi dinle. Yalnızız. Tek bildiğim sen ya da ben burada yalnız bir insan olarak öleceğiz. Bizi bir bekleyen olmadan…”

Duraksadı, sonra haydutun gözünün içine bakıp,
“Eğer ben ölürsem, ki büyük ihtimalle böyle de olacak, ama sanma ki kolay teslim olacağım. Bana şerefli bir subay sözü vermeni istiyorum”,dedi

Dimitri, kılıcını kalbinin üstüne götürdü. Dolunay kılıcının ucunda kocaman bir ışık huzmesiydi şimdi,
“Bu ayın altında şerefim ve en sevdiğim üzerine yemin ederim ki sözümü tutacağım. Söyle şimdi ihtiyar, ben senin canını alırsam ki Tanrı biliyor bunu istemiyorum ama artık geri dönüşü yok, nedir istediğin?”

İhtiyar, onları izleyen Salda’ya baktı,
“Göğsümde bir emanet var. Önce bu emaneti Salda ile yerine ulaştırmanı istiyorum. Sonra da …”
“Sonra da?”
“Salda’yı onun özgürce koşabileceği Olivskaya köyünün yaylalarında serbest bırakmanı…”

Haydut, onaylar gibi başını salladı. Sonra neden bir şey hatırlamış gibi tek gözü tıpkı yaramaz bir çocuk gibi parladı,
“Oranın zeytinleri gibisi de yoktur, öyle etli öyle sulu…”, dedi.

İki adam ilk defa birbirlerine gülümsediler. Salda, “yine mi etli ve sulu zeytinler.”, diye aklından geçirirken iki adama da acımadan edemedi.

Haydut, uzun süren sessizliği bozdu.
“Haydi ihtiyar kaldığımız yerden devam etmeliyiz. Yarım kalan işimizi bitirelim. ”

Yeniden dövüşmeye başladılar. Bu defa ihtiyarın göğsünü sıyıran kılıç darbesi, ihtiyarı ve emanetini ayrı yerlere fırlattı. Atlı, göletin kıyısında sırtüstü yatarken ölünecekse böyle bir ayın altında ölmenin eşsiz bir ölüm olduğunu düşünüyordu.

Ağzından, “Güzel bir gece ölmek için…”, sözleri döküldü,

Dimitri, ihtiyara üzülerek baktı. Çalıların arasındaki emaneti alarak ihtiyar süvarinin başına geldi ve kılıcını tam göğüs kafesinin altına dayadı. Artık sona gelmişlerdi,

“Emanetin ne olduğunu merak etmiyor musun?”, diye sordu.

İhtiyar, “Hayır” anlamında başını salladı.

“Ben de öyle düşümüştüm”, dedi, Dimitri. Keseden çıkardığı emaneti incelerken nedense uzaklara daldı gitti. Emaneti düşünceler içinde geri koydu. Gardı düşmüş gibiydi.

O sırada son anlarını yaşayan süvarinin aklına birden unuttuğu maninin devamı geldi,

” İki adam ay ışığının altında,
Ölümle dans ediyorlar bir polkada,
Biri yaşayacak, ölecek beriki,
Karnına saplanan soğuk bir kılıçla”

Süvari kalan son gücüyle kılıcını o sırada tamamen düşüncelere dalmış Dimitri’nin karnına soktu. Dimitri, karnına saplanmış kılıcı tutarken atlının gözlerine baktı. Tek gözünden akan göz yaşları, süvarinin kanlı gömleğine damlıyordu. Önce ağır ağır elinden kayan emanet, sonra da kendisi ihtiyarın yanı başına düştü. Şimdi iki adam da kanlar içinde yatıyorlardı.

Süvari nefes nefese konuşmaya başladı,
“Böyle olacağını ikimiz de tahmin edemezdik genç dostum. Ama talih dediğin hiçbir zaman herkesi aynı anda güldürmez. Gidenin hep ben olacağımı düşündüğümden bu soruyu sana soracağımı hiç aklıma getirmemiştim, özür dilerim. Benden son bir isteğin var mı? ”

Dimitri, önemli değil der gibi baktı,
“Yaptığım kötülüklerin karşılığını sonunda ödüyorum ihtiyar. Dimitri Semyonov’un fırtınalı hayatı burada son buluyor. Ölmeden önce o kara zeytinlerden bana bir tane yedirir misin?”.

Süvari atına kadar nasıl gideceğini düşünürken Salda yanında bitiverdi. Torbadan iri bir zeytin seçti, haydutun kan gelmeye başlayan ağzına yavaşça bıraktı.

Zeytini zorlukla yiyen Dimitri’nin gözü biraz sonra ölecek bir adam gibi değil de bilakis yine haylaz bir çocuk gibi parlıyordu.
“Gerçekten de muhteşem bir zeytin bu… Teşekkürler ihtiyar. Bir de …”

Süvariye yaklaş der gibi eliyle bir hareket yaptı ve kulağına Salda’nın duyamayacağı şekilde bir şeyler anlattı. Duyduklarından dolayı gözleri faltaşı gibi açılan ihtiyar şaşkındı. Bu genç adam için belki de ilk defa gerçekten üzülüyordu.

Dimitri ay ışığının altında son nefesini verdiğinde sanki bütün günahlarından arınmış gibi aydınlık görünüyordu. İhtiyar Dimitri’yi bir subaya yakışır şekilde gömdü ve başına tahtadan bir mezar taşı yaptı,

“Burada şerefli bir asker yatıyor. D.S.”

Şafağın sökmesine üç dört saat vardı. Süvari, zorlukla atına bindi ve yoldan çıkarak başka bir yöne doğru uzun süre yol aldı. Yolun sonunda tam da Dimitri’nin anlattığı gibi şirin penceresinden sıcak bir ışık yayılan küçücük bir kulübe vardı. Kapıyı çaldı.

İçerden bir kadın, “Dimitri döndün demek!” diyerek neşeyle kapıyı açtı. Ama karşısında hayli kan kaybetmiş süvariyi gördüğünde aşığının başına ne geldiğini de anladı, yüzündeki gülümseme soldu. İhtiyar olanı biteni bir bir anlattı. Kadının nasıl yıkıldığını gördüğünde Semyonov’un ölürken anlattıklarının gerçek olduğuna ilk defa gerçekten inandığını fark etti. İhtiyar göğsündeki keseyi zarifçe yaslı kadına uzattı. Diğeri imtina ederek emaneti keseden çıkardığında Süvari neden Dimitri’nin uzaklara daldığını, neden onu öldürmediğini anladı.

Kadın madalyon kolyeyi uzun süre şefkatle okşadıktan sonra boynuna taktı. Gözyaşlarını sildi, bembeyaz atına atladı ve hazırım der gibi atlıya doğru başını salladı.
İhtiyar ve güzeller güzeli emaneti tam şafak sökerken ulaşmaları gereken yere vardılar. Burası Kont Sarunov ve Kontes’in yattığı mezarlıktı.

Site Footer

Sliding Sidebar