deliabdal babamın terlikleri

Babamın Terlikleri

Rıdvan amca sık sık yaptığı gibi yine bir akşam bize oturmaya gelmişti. Konuşurken sanki zor nefes alır gibi hırıltılar çıkarırdı. Babamla ikisi kafa kafaya verip, duman altı olmuş odada saatlerce dertleşirlerdi. Bahsettikleri şeyleri o zamanlar anlamadığım gibi pek de ilgilenmezdim. Sadece Rıdvan amca sinirlensin de o ‘ayıp’ sözcüğü tekrar söylesin diye heyecanla beklerdim. O sihirli an geldiğinde Ankara’daki birilerine öyle içten söverdi ki, o ayıp sözcük dünyanın en doğal sözcüğüne dönüşür, sararmış bıyıklarının altında kaybolmuş dudakları sanki kendini hatırlatmak ister gibi bir an için görünür kaybolurdu. O akşam yine böyle bir anda göz ucuyla bana bakmış,  “Tüh! Çocuk da duydu…” ifadesi suratına yerleşmişti. Aslında üzülmesine hiç gerek yoktu. Çünkü zaten çocuk sırf o kelimeyi duymak için oradaydı.

Belki biraz önce ettiği küfürün mahcubiyetinden, belki de sadece babacanlığından halıda yanıma bağdaş kurup,

“Ulaş’ım, büyüdüğünde ne olmak istiyorsun?”, diye hırıldayarak sordu.

Görünmez adam!” , dedim, lüverden fırlamış bir kurşun kadar kendimden emin.

Kendi halinde bir çocuktum ve çocukça bazı duygularla verdiğim bu cevabın adım adım kaderime dönüşeceğini o zamanlar elbette bilemezdim. Görünmez adam benim favori kahramanımdı. Ama görünmeyen bir kahraman kafalarda ister istemez tekinsiz bir izlenim bırakıyordu. Normal kahramanların her şeye muktedir hallerinin insanlarda oluşturduğu o anlamsız güven hissi ortadan kalkıyor, bilakis ürkütücü bir boşluk, eksiklik hissi hüküm sürüyordu.

Bu soruyla karşılaşan diğer çocuklar genelde zamanın paşa, polis ya da futbolcu gibi gözde mesleklerini seçtiklerinden olsa gerek cevabım onda kısa süreli bir şaşkınlığa yol açsa da bir yandan da hoşuna gittiğini sezmiştim.

Babama arada takındığı nüktedan tavrıyla, “Bak, senin oğlan paşa olucam demedi. Bu çocukta iş var.” demiş, benimle muhabbeti derinleştirmek istedi,

“Nedenmiş o? Ne yapacaksın görünmez olunca?”

“Kamil’e çelme takıcam!”

Meraklı bir tonda devam etti,

“Neden ne yaptı Kamil sana?”

Aklıma ilk gelen şeyi ağız dolusu söyledim,

“Puşşştluk yaptı!”

Henüz ilkokul ikideydim ve ondan öğrendiğim bu kelimeyi kısa da olsa bir cümle içinde kullanmayı başarmıştım. Bana göre kelimenin dünyadaki mucidi olan Rıdvan amca, bir süre ne diyeceğini bilememiş, karşımda kıpkırmızı kalakalmıştı. Tam kendini toplayacakken bu defa ben utancımdan odama kaçmıştım. Koşarken arkamdan atılan kahkahaların arasındaki konuşmaları duyabiliyordum,

“Rıdvan tam da senin gibi sövdü ha!”

“Demiştim iş var bu çocukta!”

Hayat bir çocuk için nasıl akması gerekiyorsa benim için de öyle akıp gidiyor olmalıydı. Gerçekte, bunun akanı ya da damlayanı nasıl olur onu da bilmiyordum. Hem zaten o zamanlar hayat, ömür, yaşam, ölüm gibi kelimelerin de tam karşılığı bende bulunmuyordu. Kendime göre bazı açıklamalarım vardı tabii ki ama bu tip şeylerin üzerine fazla kafa yormuyordum. Bana göre kafa yorulması gereken konular daha çok elle tutabileceğin, gözle görebileceğin şeyler olmalıydı.

Mesela neden aşağı mahalledeki güdük Kamil’in meşin topu vardı da benim yoktu? Kamil’in topunu elle tutup gözle görebildiğim için kafama takarken, olmamasına hayıflandığım sarı-lacivert topumu da en az onunki kadar takıyordum. Kamil’in babası, servetini bir anda nasıl katladığı pek belli olmayan, mahallede ‘naylon Fikri’ diye bilinen zengin bir demir ihracatçısı, benimki ise kıt kanaat geçinen ‘işini bilmeyen’ bir devlet memuruydu. Onun ayağında hep son model spor ayakkabılar, benimkinde ise sürekli onarılmaktan artık dikiş tutmaya mecali kalmamış ayakkabılar olurdu.

Tabii ki bazı eşitsizliklerin tam olmasa da ayırdındaydım ama sonuçta bir şeylerin şöyle böyle farkında olmak içimizdeki çocukça eşitlik hissini pek zedelemiyordu. Hepimiz yeri geliyor aynı sahada top kovalamıyor muyduk? Bazen birlikte ağlayıp, gülmüyor muyduk? Zaten ne Kamil’in ayakkabıları, ne de daha zengin olması beni o meşin yuvarlağın yokluğu kadar ilgilendirmiyordu.

Hem o topun kerametinden değil miydi ki maçlarda Kamil’in yeri her zaman hazır olurdu? Hayır, değildi…

Üzerinden uzun yıllar geçtiğine göre artık bu konuda dürüst olabilirim. Evet, Kamil güdük, zengin bir Galatasaraylı olabilirdi ama futbolda gerçekten yetenekliydi. Takımda banko oynamasının nedeni top mülkiyeti değil, hakimiyetiydi. Futbol oynarken top ayağına mıknatıs varmışçasına yapışır kimse ondan çalamazdı. Beni ise genelde takıma almazlar, yokluğuma zaten hiç kafa yormazlardı. Şimdi düşünüyorum da mahallenin çocukları benim o yaşlardaki “somut şeylere kafa yormalı” felsefemi benden daha iyi benimsemişlerdi.

Durum evde de pek farklı değildi. Babam işten dönüşte beni okuldan alır, akşam yemeğini hazırlar, sonrasında bir gazetenin ardında kaybolur, her bir satırı büyük bir dikkatle okurdu. Babamı yarı gövdesine kadar saklayan gazete, ortasından bel verip de dışbükey bir görüntüye kavuştuğunda sanki bir uzay mekiğinin camını andırır, babamsa bu hayali geminin karizmatik kaptanına dönüşüverirdi. Her çevrilen sayfa onu görevine ne kadar bağlarsa, benden bir o kadar koparırdı. Koskoca uzayda yaptığı bu önemli görev dikkat dağınıklığını asla kabul etmiyor olmalıydı. Ben de galaksinin geleceği için üzerime düşeni yapar, yemeğimi yiyip ödevlerimi tamamladıktan sonra salondaki halının üstünde sessizce oturarak çevrilen sayfaları sayardım.

Maalesef, babamın o vakitlerdeki gazete okuma sevdasından dolayı bu karizmatik galaksi kaptanının suratından ziyade belden aşağısı sanki dün gibi gözlerimin önündedir. Kaptan, vakur bir havayla koltuğa oturup bacak bacak üstüne attığında gri kumaş pantolonun içindeki bacaklarının cılızlığı iyice belirgin olur, bileklerine kadar sıyrılmış siyah çorapları ortaya çıkardı. Usul usul salladığı sağ ayağının parmak ucunda düşeyazan yıpranmış deri terliğin saatlerce nasıl olup da orada asılı kalıp düşmediğine hayret ederdim. Hala da ediyorum…

Babam, tam on yedinci sayfaya geldiğinde sinirlenerek “Milyarlık eşekler!” diye söylenir, bu söz aynı zamanda ona verilen zorlu görevin başarıyla tamamlandığını da ifade ederdi. Gazeteyi muntazam bir şekilde katlayıp koltuğun kolçağına koyar, boş yere çalışan tek kanallı televizyonu kapatırken sorardı,

“Ulaş, ödevlerini yaptın mı oğlum?”

“Evet kaptan! Tüm ödevlerimi günü gününe yapıyorum. Bir gün beni de mürettebata alacaksınız değil mi?” ,diye sormak istesem de sadece başımı “Evet” anlamında sallamakla yetinirdim.

“Aferin benim aslanıma. Hadi bakalım o zaman yatağına.”

“Peki babacım…”

Yattıktan sonra beni en mutlu eden anlar yine o meşhur terliğin bana gittikçe yaklaşan sesini duyduğum anlardı. Babam, her gece mutlaka yanıma gelir, üstüm açık mı diye kontrol ettikten sonra usulca saçımı öper, odasına geçerdi. Uyuyor numarası yaparken saçımda dudaklarını hissettiğimde sanki çok derin bir uykudaymışım da hiç beklemediğim bir anda beni sevgiyle öptüğünü anlamışım gibi huzurlu, derin bir iç geçirirdim. Görmezdim ama babamın bunu duyunca gülümsediğini bilirdim. Çünkü o gülümseme tüm odayı yavaş yavaş ısıtır, en nihayetinde beni de sarar sarmalardı… Ancak o zaman güven içinde uykuya dalabilirdim.

Bir konuda daha dürüst olmalıyım. Rıdvan amcaya doğru ama eksik cevap vermiştim. Tabii ki Kamil konusu önemliydi ama eğer görünmez olabilirsem daha da önemli bir konu vardı. Annem… O zamanki aklımla düşündüğümde annem tam bir görünmez kadındı. Babamın gözlerinin dolmasına neden olan, hep varlığını hissettiğim ama bir türlü görüp dokunamadığım annem. Görünüşe bakılırsa onunla buluşabilmemizin tek yolu bir şekilde benim de görünmez olmamdı. Zaten bu derece ihmal edilebilir bir bünyeyken, bir adım daha ileri giderek görünmeye son vermemde ne gibi bir sakınca olabilirdi ki?

Ancak o zaman sadece fotoğraflarda gördüğüm annemle başka bir boyutta da olsa kavuşmamız mümkün olacaktı. O vuslat anında birbirimize ilkin ne derdik, ne anlatırdık bilmiyorum. Ama adım kadar emin olduğum bir şey vardı ki o da gözlerimizden ilk damla süzülene kadar sadece birbirimize bakacak, görünmezler dünyasında biricik görünürler olmanın tadını çıkaracaktık. Elbet o, oğluyla kucaklaşmak için kollarını açarak bana doğru yaklaşacak, ben ise başımı onun göğüslerine gömüverirken anne kokusunun verdiği sonsuz güvenle ‘ohhh’ diyecektim, ‘hep burada kalayım’. Sonrasında belki işbirliği yaparak babamın ayağının ucunda sallanan terliğin düşmesini sağlayacak,  babam şaşkınlıkla gazetesinden gözünü ayırıp terliğini giymeye çalışırken çaktırmadan sayfaları atlatacaktık. Bunları hiç yaşayamadığım için gerçekten bilemiyorum…

Tek bildiğim o kadar içten diledim ki görünmez olmayı, sonunda nerede olursam olayım kimse farkıma varmamaya başladı. Birden gözden kaybolmuş, sanki yok olmayı tercih etmiştim. En başta bu başarıyla sarhoş olmuş, ilk iş kafamdaki hain planı uygulamaya koymuştum. Bir mahalle maçını daha kenardan öylece izliyordum. Kamil herkesi çalımlamış kaleciyle karşı karşıya kalmıştı. Buna nasıl karar verdim bilmiyorum ama koşarak sahaya daldım ve ona hep takmak istediğim çelmeyi taktım. Kamil toprak zeminde birkaç takla atınca her yeri yara bere içinde kalmış, acı içinde “Anne, annee!” diye ağlamaya başlamıştı.

Tüm takım arkadaşları yanına toplanmış neler olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Ben ise önce ortada kalan sarı-kırmızı topu hınçla boş kaleye gönderdim ardından ağır ağır yürüyerek sahadan çıkıp gittim. Nasıl olsa onun bir de annesi vardı bende olmayan, en kötü ihtimalle ona koşar yaralarını sarardı. Şanslı puşt! Bu arada sahadan çıkarken kimse bana ne yapıyorsun? Ya da neden yaptın? diye sormamıştı. Bu da artık görünmez olduğumun en ala ispatıydı.

Bir süre sonra babam uykudan önce artık beni ziyarete gelmemeye başladı. Hiç üzülmedim. Belli ki gittikçe büyük hedefime yaklaşıyor, görünmezlikte uzmanlaşarak ilerliyordum. Görünmezlerin en görünmezi olana kadar sabırla bekleyecektim. Nasıl olsa anneme kavuştuğumda görünmezler dünyasının ardından gerçek dünyada da tamamen görünür olacak, herkesin gıptayla baktığı ‘yokluğu dert edilen’ bir Ulaş olacaktım. Olmadı ama…

Anneme kavuşmanın hayalini epey uzun süre içimde taşıdım. Diğer yandan görünmez olma durumu artık varlığımı iyiden iyiye tehdit etmeye başlamıştı ancak elimden de bir şey gelmiyordu. Olan olmuştu bir kere. Mahalle maçlarında kenarda belki beni de alırlar diye bekliyor, arada sahaya taş atıyor, bağırıp çağırıyordum ama onlara göre sanki orada yoktum. Okulda da adeta yokluğun vücut bulmuş haliydim. Eskiden uzuneşek oynarken hiç değilse yastık olurdum, şimdi onu da olamıyordum. Çaresiz durumu kabullendim. Beni zaten daha önceden de görmedikleri için mi bir noktada ben var olmaya son verdim, yoksa ben zaten hiç yok muydum hala tam cevabını bulamadım.

Bu yaşıma kadar hayatımda sadece bir kere ilkokul öğretmenimden -o da aslında suçum yokken- yediğim tokadın sesinde kendi varlığımı, görünür olduğumu tam anlamıyla sınıf arkadaşlarıma duyurabilmiştim. O gün yediğim tokat gururumu ne kadar incitse de tüm bakışların bir an için de olsa üzerimde toplanması o kadar hoşuma gitmişti ki tabiatım elverseydi eğitim hayatımın devamını tam bir dayak arsızı olarak geçirmem işten bile değildi.

Görünmezler dünyasına karıştım karışalı, yani tam otuz senedir gerçek bir görünmez adam gibi yaşıyordum. İş yerinde sadece işimi yapıyor kimseyle ilişki kurmuyordum. Bir defasında aklıma işe gitmesem ne olur? Kim farkına varır? diye bir soru takıldı. Denedim, tabii ki kimse farkına varmadı. Görünmezliğim bazen işime yaramıyor değildi hani. Artık onunla yaşamaya alışmış, fark edilmeyi de umursamaz olmuştum. İnsanlar görünüyor da ne oluyordu? Dünya yine aynı dünya değil miydi? Sonuçta görünen de görünmeyen de kendi kıçının üstüne oturmuyor muydu? Daha önce dediğim gibi elle tutamadığım, gözle göremediğim bir şeye, bu kendim bile olsam kafa yormamam daha mantıklıydı.

Bu arada Rıdvan amca vefat ederek bana ve babama son puştluğunu yapmıştı. Babamın daha sonradan anlattığına göre bir zamanlar Mamak’ta yattığı sırada ciğerleri ağır hasar görmüş ve hiçbir zaman da tam iyileşememiş. Bu hikâyeyi duyduğumda Rıdvan amcanın kimlere neden o kadar içten sövdüğünü daha iyi anlamış, tam da onun vurgusuyla aynı adrese defalarca sövmüştüm. Babam devletten emekli olsa da gazetenin ardındaki kaptanlık görevi hala devam ediyordu. Yaşlandığından olsa gerek görev daha da uzamaya başlamıştı. Ben de artık halıda değil televizyona yakın bir koltukta oturuyor, kendimi mürettebatın bir parçası sayarak bir yandan kanallar arasında geziyor, bir yandan terliğe bakıyordum. Gazetelerin bastığı sayfa sayısı da değişmişti. Babam artık on yedinci sayfada değil on dokuzuncu sayfada Fener’e serzenişte bulunuyordu.

Her şey benim yaşımdaki görünmez bir adam için nasıl akması gerekiyorsa öylece akıp giderken birden hiç beklemediğim bir şey oldu. Müdavimi olduğum bir mekanda süklüm püklüm otururken merdivenden çıkan bir melek gördüm. Saçının ilk göründüğü o an, daha önce bir sürü insanın hiçbir şey düşünmeden inip çıkarak kirlettiği o alelade merdiven adeta bir sunağa dönüşmüş, tüm kötü geçmişinden arınmıştı. Sadece benim bildiğim, benim tapınacağım, uğrunda kendimi bile kurban edebileceğim bir sunak. Bir görünmezin, bilinmez, gizli ama bir o kadar da gözler önündeki sunağı.

Her bir basamak onu daha da görünür kılıyor, beni gittikçe heyecanlandırıyordu. Bu his bir şeyin gözlerinizin önünde yoktan var olmasındaki gizeme duyulan heyecan gibi bir şey olsa da aslında derinliği çok daha fazlaydı… Sanki her şeyden daha yüce bir varlığın birden yanınızda belirdiğinde size hissettirebilecekleri gibi, ya da birdenbire nereden geldiğini bilmediğiniz bir mucizeye tanıklık ediyormuşsunuz gibi, yahut karanlık bir odada perdeyi yavaş yavaş açtığınızda güneş ışığının odadaki her bir milimetreye şefkatli, yavaş ama bir taraftan da muktedir sahip olması gibi teslim olmak isteyeceğiniz bir his.

Birden tüm varlığıyla karşımdaydı. Saçlarında mutlu dalgalar vardı. Alnı geniş, gözleri birine baktığında onu çırılçıplak bırakacak gözlerdendi. Yalansız, dürüst. Burnu karakterliydi, doğru bildiğinden şaşmaz, inatçı. Dudakları, her şeyin farkında olan bilge dudakları sanki benim görünmez dudaklarım için yaratılmıştı. Boynu, omuzları ve her şeyiyle işte karşımda duruyordu. Oturabileceği bir yer için etrafa bakarken bir an için göz göze geldik, başıyla hafif bir selam verdi, ya da bana öyle geldi. Uzun zamandır hiç bu kadar görünür olmak istediğimi hatırlamıyorum.

Kendinden emin adımlarla benden uzak bir masaya oturdu. Bara bira almaya gittiğimde çaktırmadan onun oturduğu tarafa doğru baktım. İnanması zordu ama gözleriyle beni takip ediyor gibiydi. Yerime oturdum. Yanımda taşıdığım not defterimi çıkarıp bir iki cümle karaladım. Bir kere daha ona doğru baktığımda yerinde yeller esiyordu. Ben defterime bakarken o çıkıp gitmiş olmalıydı. Çaresiz arkama yaslandım, biramdan içmeye başladım. “Zaten gerçek olmak için fazla mükemmeldi” dedim, kendi kendime. Böyle bir kadın buraya gelecek, başka kimse yokmuş gibi görünmez Ulaş’ı fark edecek falan… Onu gerçekten görüp görmediğimi sorgulamaya başladım.

Uzun süre oturdum, mekan iyice kalabalıklaşmıştı. Yeniden defterimi çıkardım, uzun süredir kafamı kurcalayan şu soru cümlesini yazdım,

“Göze görünmeyen bir şey, var olma eylemini de sona erdirir mi?”

Bazen aklıma gelen bir cümleyi yazıya döktüğümde çirkin harflerimin arasında anlamı derinleşerek tartışmasız bir hakikate dönüşür ve onunla yüzleşmeye başlarım. Dirseklerimi masaya dayamış elimdeki kalemle cümlenin üstüne hafif hafif vururken cümleyi düşünüyordum.

“Neden bu soruyu seçtin?”, dedi birden bir ses. Kafamı kaldırdığımda karşımdaki sandalyede o oturuyordu.

Bir müddet gerçekliğinden şüphe ettim. Gözlerimi kapadım açtım, hala karşımdaydı. Sigarasından nefes çekerken gözlerini hafif kısarak bana bakıyordu. Ne diyeceğimi merak eder gibi bir hali vardı.

Ellerimi çaresizce iki yana açarak,

“Çünkü ben bir görünmez adamım, bu soruyu düşünmem kadar doğal bir şey olabilir mi?”, diye cevapladım. Biraz bekledim ve devam ettim, “ …ve bence sorunun cevabı da evet…”

Sigarasını kül tablasına bırakmış masadaki çakmağını parmaklarında çevirmeye başlamıştı. Parmakları o kadar ince ve uzundu ki gözlerimi onlardan alamıyordum.

“Ben seni görebiliyorum ama? İstediğinde görünür mü oluyorsun? Ben bunu yapabiliyorum mesela.”, diye söze girdi.

Şaşırmıştım, “Nasıl?” diye sordum,

Dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme belirdi,

“İnsanlar görmek istemedikleri bir şeyi onu ne kadar görünür kılmaya çalışırsak çalışalım görmeyeceklerdir. Yani birisi görünmediğinde asla bu kendiyle mi yoksa karşısındakiyle mi alakalı tam olarak bilemez. Seni özgürleştirecek olan asıl şey, senin görünmek istemediğinde onların seni ne kadar görmek isteseler de görememesidir. Ben buna kısaca saklanma payı diyorum.”

Kafam karışmıştı, “Biraz daha açar mısın? Nedir bu saklanma payı?”

“Her şeyden,  herkesten tümüyle saklanmak. Bunu sakın bir inziva olarak düşünme. Onların arasındayken onlardan saklanmak… Bilinçli bir yalnızlığı seçme hali ya da belki kendi başına kalma hakkı da diyebiliriz. Ben buna hakkım olduğuna inanıyorum ve bu hakkımı savunuyorum.”

“Peki, ama nasıl yapıyorsun?”

“Yavaş yavaş herkesten, her şeyden uzaklaştığımı, onların gözünde bir toz zerresi kadar kaldığımı düşünüyorum. Bir şey yeterince küçüldüğünde artık ihmal edilebilir hale gelir. Bunu yapabildiğimi hissettiğimde istediğim gibi yalnız kalabiliyorum. Son kalan zerrem benim özüm olduğundan bana dair her şey aslında o zerrede de bulunuyor. Onu da ancak benim gibi görünmez olduğunu düşünen birisi görebilir. Bu yüzden senden saklanmam oldukça zor oldu. Seni uzun süre izledim ve en zayıf anını kolladım. Sanıyorum yazdıkların dikkatini dağıttı ya da görünür olma isteğin başgösterdi ve ben o sırada gözünden kaçabildim.”

Anlamaya başlamıştım. Bir gün görünmezlik konusunda benden daha mahir birini tanıyacağım aklımın ucundan geçmezdi. Bir süre ikimiz de sessiz kaldık. Sessizliği o bozdu,

“Yine de merak ediyorum defterine yazdığın soruya bir örnek verebilir misin?”

Çok fazla düşünmeden,

“Yaşlılar,” dedim. “En güzel örnek sanıyorum yaşlılardır”

“Şimdi sanırım açıklama sırası sende” dedi,

“Yaşlılar, artık toplumun görmezden geldiği,  toplumdan belli bir ‘nezaketle’ dışlanmış insanlardır. Bu aslında iki taraf için de adı konmamış bir antlaşma gibidir. Yaşlı insan bir yandan dışlanmanın, artık toplumun işine yaramamanın sızısını duyarken, diğer yandan ondan artık bir beklenti olmamasının özgürlüğünü yaşar. Hata kredisi de sanki biraz daha artmıştır. Bu kredi onun şimdi ya da daha önce yaptığı devasa hataların bile yüzüne vurulmamasını sağlar. Tek yapması gereken maddi ve manevi ona verilen kıt olanaklarla yaşayabildiği kadar yaşamaktır.

Ondan beklenen gençlerin hayatlarını zorlaştırmadan kendi kabuğunda kalmasıdır. Çünkü gençler, yaşlıların aksine, toplumun ihtiyaç duyduğu ekonomik üretim için halen gereklidir. Bu da yaşlının ilkin bir nebze gözden uzak olmasını gerektirir. Sonra yavaş yavaş, yakınlarının gözünde sadece ‘fırsat bulunduğunda’ ziyaret edilecek birer göreve dönüşür. Genelde bu duruma fazla gönül koymaz, olanla yetinir. O da zamanında hayat mücadelesinin içinde yer almış, çarkların nasıl döndüğünü bilen bir insandır. İşte yaşlılar, bu gözden uzak yaşantılarında bir vakitte artık var olma eylemine de son verirler. Kendi istekleriyle olan değil, kendiliğinden gelişen bir süreçtir bu. Tamamen göze görünmemekten kaynaklanan.”

Elindeki sigarasının külü beni dinlerken iyice uzamıştı. Birden masanın üzerinden bana doğru uzanarak dudaklarıma bir öpücük kondurdu. Kül düştü. Ardından benim görünmez sunağımdan aşağı yine bir melek gibi süzülerek kayboldu. Uzun zamandır ilk defa var olduğumu hissettim. Sadece bana görünmeyi seçmiş bir yıldıza sahipmişim gibi bir duyguyla aiçim içime sığmaz bir halde evin yolunu tuttum. Babama bu olanları mutlaka anlatmalıydım, tabii ki o gazetesini okuduktan sonra. Ama hayır bu defa son sayfaya kadar bekleyemezdim.

Eve girer girmez “Baba, baba!” diye seslendim, salondan açık televizyonun sesi geliyordu.

Salona neredeyse uçarak girdiğimde yere düşmüş terliği gördüm. Gazete babamın yüzünü ve gövdesini şefkatli bir örtü gibi kaplamıştı. Televizyonu kapattım. Halıya oturdum. Son seferine çıkan galaksinin en karizmatik kaptanına başımdan geçenleri gözyaşları içinde anlattım

Site Footer

Sliding Sidebar