duman

Duman

Engin, televizyonu epey önce kapatmış olmasına rağmen hala büyülenmiş gibi ekrana bakıyordu. Filmin son sahnesini deyim yerindeyse soluksuz izlemiş, üzerinde yarattığı şok dalgasını henüz atlatamamıştı.

Mutlak bir sessizliğin içinde, zifiri karanlıkta kıpırtısız oturuyor, boş bakan gözleri kararmış ekrandaki yansımasını zorlukla seçebiliyordu. Uzamış bakımsız sakallarından arda kalan sararmış suratı, burnuna emaneten konmuş havası veren yuvarlak gözlükleri ekranda hayal meyal görünseler de; bir haftadır üzerinden çıkarmadığı beyaz atleti neredeyse, “şimdi üçe kadar sayacağım ve uyanacaksın, 1…2…3…”  , diye seslenecek, ona sabit gözlerle bakan bu adamı filmin yaşattığı hipnozun etkisinden uyandıracak kadar canlıydı.

Bu son bir aydır, yani babasını kaybettiğinden beri, izlediği baba-oğul temalı dokuzuncu ama en etkileyici filmdi. Filmin ağırlığı odaya çöken karanlık gibi omuzlarına çöküyor, belki de ona yaşamıyla ilgili bir şeyler fısıldıyordu. Yine de şu anda oldukça hassas hissettiği bu konuda fısıltıyla dahi olsa hiçbir şey duymaya mecali yoktu.

Rahmetli babası Necati Bey, dediği dedik, mesafeli, kendini ‘külyutmaz’ olarak tanımlayan otoriter bir figürdü. Ömrü boyunca aldığı hiçbir karardan dönmemiş, yanlış da olsa arkasında durmuş, tek oğlunu, Engin’i, reddederken bile kararından en ufak bir şüphe duymamıştı. “Bu oğlan ben yaşadığım sürece bu eve giremez!”, deyip, kesip atmıştı hepsi bu.  

Koskoca Necati Bey! yürüdüğü yerden ses getiren Necati Bey! Faka basmaz patron Necati Bey! Ölümsüz sandığı, gözünde devleştirdiği Necati Bey! Ama bir kere olsun onun saçını okşamamış, bir kere olsun onu salıncakta sallamamış, bir kere olsun onunla misket oynamamış Necati Bey… El iyisi Necati Bey!

Oysa ‘film babası’ Ferdi öyle miydi? Ferdi, yatalak bir felçli olmasına rağmen hayat dolu ‘Bu kadarı ancak filmlerde olur’ denilecek türden, oğluyla yakın ilişki kurabilen anlayışlı, şefkatli bir adamdı. Ayrıca bu karakter birçok konuda kararsız, zaafları olan, yani ‘insan olduğunu’ hissedebileceğimiz basbayağı fani birisiydi. Belki kendisi de daha önceleri çok sık hata yaptığından, belki de artık ölüm döşeğinde olduğundan, oğlu Fikret’in yaptığı hatalara da bilgece yaklaşabiliyordu. Kısacası Ferdi, Necati Bey’in tam zıttıydı.

Gerçi madrabaz bir mikrop sayesinde Necati Bey’in de ölümsüz olmadığı ortaya çıkmış, bir gece vakti sessizce göçüp gitmişti işte. Engin bunca vakit babasının fiyakalı bir ölüm tadacağından o kadar emindi ki gripten ölmesi onun egosunu derinden sarsmıştı. Bu tip bir ölümü ona bir türlü yakıştıramıyordu. Hatta içten içe aşağılanmış hissettiği bile söylenebilirdi. Azrail’e hem heybetli babasına reva gördüğü bu sondan, hem de Engin’in içindeki ‘acaba bir gün…’ ihtimalini de babasıyla beraber gömdüğünden alabildiğine kızgındı. Düşünmeden edemiyordu, “Acaba Necati Bey’i ölüm döşeğinde görebilmiş olsa bu filmdeki baba-oğul gibi olurlar mıydı?”

Yıllardır baba sürgününde yaşayan Engin, gerçek bir baba-oğul ilişkisi kurma umutları suya düştüğünden beri hücrelerindeki baba sevgisi eksikliğini ‘film babalarından’ devşirmeye çalışıyordu. Anlaşılan tam kafasına göre bir tanesini bularak tatmin olana kadar da film izlemeye devam edecekti. Çıplak ayaklarını uzattığı puftan yavaşça çekerek kirlenmiş zemine bastı. Uzun süredir aynı şekilde oturmaktan sol bacağı uyuşmuş, beline de hafif bir ağrı saplanmıştı. İki eliyle belini kavrayarak oturduğu yerde sağa sola hareket ettirdi. Ağrı biraz azalsa da tam olarak geçmedi.

Bacağını hissedene kadar ayağa kalkmamanın akıllıca olacağını düşünüyordu. Sıcak hava, tüm vücudu gibi tabanlarını da terletmişti ama parkeden ayağına yapışan toz yumakları umurunda bile değildi. Gözlüğünü, yüzeyinde bir sürü kirli kahve ve çay kupası bulunan sehpanın kenarına zorlukla iliştirdi. Kupalardan birinde kurumuş çay poşetleri ve onların üzerinde söndürülmüş sayısız sigara vardı.

Henüz kimse tarafından keşfedilmemiş bu soyut eserine karşı tiksinti duysa da eli bir türlü onu çöpe boşaltmaya gitmedi. Zaten gecenin bu saatinde ölü sigara kuyusuna dönmüş bir bardağın dibini kazıyacak kadar motive olmak insan doğasına hayli aykırıydı. Yaptığı bu çıkarımdan hoşnut, dirseklerini dizine yaslayarak düşünmekten ağırlaşmış kafasını ellerinin arasına aldı. Yağlanmış gür saçlarını az sonra yine gözünün önüne düşeceğini bilerek sağ kulağının arkasına özenle yerleştirirken “Berberler,” diye düşündü, “bir kere olsun doğru iş yapmazlar…”

Ama gerçekte, ne eli sigara kokan berberleri, ne onların bir zamanlar her tıraşa gittiğinde güya üzerine saç dökülmesin diye boynuna geçirdikleri kül yanıklı, yer yer eprimiş kirli polyester örtülerini, ne de boş ama bir o kadar da coşkulu berber muhabbetlerini önemsiyordu. Hem saç uzatmaya başladığından beri berberlerle ilişkisi iyice azalmış, bu konuda huzura ermiş bile sayılırdı. Babasının sık söylediği bir söz aklına düşmüş ister istemez hüzünlenmişti. 

Rahmetli Necati Bey’in belki de görünürdeki tek kusuru seyrek saçlarıydı. Sanki saçlarının dökülmesi berberlerin suçuymuş gibi her tıraş sonrası onları suçlardı: “Berberler, bir kere olsun doğru iş yapmazlar! Bu ülkede hiç zanaatkar kalmadı mı yahu?” 

Kafası sürekli izlediği filmdeydi. Harika bir baba oğul ilişkisi… Ama sormadan edemiyordu, “Neden?” Durmaksızın bu soruyu soruyordu. Ferdi neden böyle bir son seçmişti? Baba oğul arasındaki bu derece bir yakınlığı hem çıldırasıya kıskanıyor hem de bir yönüyle babayı aşırı bencil buluyordu.

Net kararlar alamayan Ferdi, nasıl oluyordu da birden Necati Bey’e dönüşerek ölmeye karar veriyor, dahası biricik kıymetlisi Fikret’i bunu yapması için ikna ediyordu? Yanlış anlaşılmasın, Engin, Ferdi’yi ölmek istediği için değil, tamamen kendisini düşünerek, böyle zor bulunabilecek bir baba oğul ilişkisini yok ettiği için bencil  buluyordu.

Son sahne gözlerinin önünden gitmiyordu. Baba-oğul önce son derece sıradan, günlük şeyleri her zamanki gibi gülerek konuşuyorlar. Kısa bir sessizlikten sonra babanın yüzü ve oğlunun sırtını gösteren bir açıda kamera sabitleniyor, fonda harika bir klasik müzik eseri çalmaya başlıyor…

Sonra duyamadığımız çok uzun bir diyalog gerçekleşiyor. Önce baba konuşuyor, Fikret sadece sakince dinliyor, ardından ağlamaya başlıyor, ardından öfkeleniyor… Ayağa kalkıp odanın kapısını tekmeliyor. Biz halen sadece müziği duyuyoruz. Kapı aldığı darbeyle çarpıp biraz aralık kalıyor. Uzunca bir süre kadrajda sadece yalvararak bakan Ferdi var… Ardından elinde bir yastıkla onun cansız bedeni başında duran omuzları çökmüş Fikret beliriyor. Bir eliyle hala babasının felçli  ellerini tutuyor…

Engin, göz ucuyla koltuktaki kül tablasına baktı. Ağzına kadar dolmuş bu er meydanında yanarak kendi kendini tüketen sigarasının altında kalan eciş bücüş izmaritlerin uğradıkları işkence karşısında attıkları canhıraş çığlıkları duyar gibi oldu. Sigarası neredeyse filtresine kadar yanmış ama o, filmin sonuna o kadar kapılmıştı ki henüz bir nefes dahi çekememişti.

Neden? Neden? Neden?

Kafasında tüm bu düşüncelerle, dumanın yarı aralık pencereden içeri süzülen rüzgarla usul usul savruluşunu, uykusuzluktan kanlanmış gözleriyle dünyanın en estetik dansını izler gibi saygıyla izledi. Onlar mükemmel uyumu yakalamış, tıpkı filmdeki baba-oğul gibi birbirini anlayan harika bir ikiliydiler… 

Önceleri bir denge hakimdi ama zamanla duman gitgide zayıflamış, rüzgarın gücü iyice belirgin olmuştu. Engin, dumanın rüzgara karşı duramayacağını, eninde sonunda yitip gideceğini elbette biliyordu. Rüzgar ne kadar netse, duman o kadar pustu. Rüzgar ne kadar bağımsızsa, duman o kadar yapışıktı. Rüzgar ne kadar… 

Yine de doğası gereği net olamayan, tüm varlığını buna dayandıran bir şeyi net olamamakla kim suçlayabilirdi ki? Duman net olmayarak verdiği mesajda aslında o kadar netti ki… Kendi doğasından çıkana dek etrafındaki her şeyi sarıp sarmalıyor, şefkat gösteriyordu. Netleştiğinde, artık kendisi olamadığındaysa belki kayboluyordu ama asla yok olmuyordu! 

Derin bir nefes aldı. Duman artık görünmese de onun varlığını tüm yoğunluğuyla ciğerlerinde hissetti. 

Site Footer

Sliding Sidebar