hükümsüz omurga deli abdal

Hükümsüz

Bir süredir hastanede röntgen sonucumu bekliyorum. O sırada yanımda oturan iki kişi tartışıyor, ister istemez kulak misafiri oluyorum,

“Sen böyle bir şeyi nasıl yaparsın?”

“Ya… Durum öyle gerektirdi, mecburen vermek zorunda kaldım adını.”

“Ben asla böyle bir şey yapmazdım, nasıl bu kadar çabuk çözülüyorsun? Sende hiç mi onur yok? İnsanın bir duruşu olur, ben seni böyle bilmezdim…”

“…”

Ne hakkında konuştuklarını bilmiyorum ama son cümleyi duyduğum anda konuşmanın devamına kulaklarımı tıkıyorum. Sanıyorum idealist geçinen insanları hiçbir zaman anlayamayacağım. Nerde bu tiplerden varsa orada her zaman bir huzursuzluk, onlarla aynı ortama girende ise eninde sonunda bir pişmanlık olur. Azıcık eksiğinizi buldular mı öyle bir üzerinize çullanırlar ki sanki dünyayı bunlardan başka düşünen yok, sen ise katıksız kazmanın birisin! Tüm nitelikler onlarda, tüm kusurlarsa sende!

Seçimlerin hep yanlıştır, mutlaka daha iyisini yapabilecekken duruşun olmadığından yapamamışındır! Kendilerini azılı muhalif olarak gören bu zevat, gerçekte yaygara koparmaktan başka hiçbir işe yaramaz. Efendim, bir ağaç kesilecek olur, ağaca sarılırlar. Ev yıkılacak olur, etrafında zincir olurlar. Adamın biri tembelliğinden işten atılır, eylem yapar sağı solu yıkarlar. Bu ahmaklar haksızlık olarak gördükleri her şeye karşı çıkar, başkaları için üzülür, onların dertlerini de kendilerininkine ekler, büyütür de büyütürler. Sonunda ağaç kesilir, ev yıkılır, tembel işsiz evde uyur, daha bir derde derman olamadan yenisini arar dururlar!

Hem şu dünyada gül gibi geçinip gitmek varken bunca kavganın gürültünün ne alemi var ki? Sana mı kaldı dünyanın eksenini düzeltmek? Sana mı kaldı kutup ayısının buzunu düşünmek? Bu tipler aklıma geldiğinde sırtıma sanki kallavi bir bıçak saplanıyor, nefes almakta, hareket etmekte bile zorlanıyorum. Zaten, sürekli itiraz edenlerin, insan onurunu ağzından düşürmeyenlerin, sistemi değiştirmeye çalışan hayalperestlerin –ki bu ne kadar beyhude bir çabadır, düşündükçe her seferinde katıla katıla gülüyorum- durumları hiç de iç açıcı değil. Ayrıca diyelim ki -olmaz ya- çok şikayet ettikleri bu düzen bunların eline geçti, kendi tiranlıklarını kurarak aynı zulümleri farklı şekilde
yapmaya devam edeceklerinden de eminim!

Ama çok az kaldı. Hala nasıl koruduklarını bilmediğim o meşhur “umutlarını” da kaybetmek üzereler. Geriye ne kalacak? Koca bir hüsran. Ben de içten içe gülerek diyorum ki, “Bak sonunda sen üzüleceksin, bırak bunları. Sorgulama artık. Hayatını yaşa kardeşim. Hak, hukuk, onur… Sana ne ya?”. O gün geldiğinde bu çok bilmişlerin gözlerinin içine bakarak “ben sana demiştim” demek için sabırsızlanıyorum!

Madem herkesin tek bir hayatı var, bunu dilediği gibi, hatta açıkça söylemekte bir beis yok, kendi çıkarına göre geçirmesinde ne gibi bir sakınca olabilir? Buna itiraz edenleri doğrusu hiç mi hiç anlayamıyorum. Ekmek aslanın midesindeyken, suya sabuna dokunmadan yaşamalı duruma göre vaziyet almalı, her daim arkanı kollamalısın. Rüzgarın estiği yönü iyi belirlersen, savrulma olasılığın yoktur. Çok şükür, ben hep kendimi doğru yöne göre konumlandırmışımdır. Bu yüzden de şimdiye kadar hiç faka basmadım, işlerim tıkırında.

Yaşam prensibim çok basit; önce ‘ben’ diyerek yaşa, sonrasında gerekiyorsa ‘önce siz efendim, tabii ki siz’ diyerek kendini garantiye al. Bu hassas denge damarlarındaki asil kanda mevcut, ferasetin de kendinden menkul olduğundan, aldığın karardan da şüphe duymamalı, her daim “yürüyedurmalısın”.

İşte ben hep bu dediğim yolda yürüyor, görmemem gerekenleri görmüyor, duymamam gerekenleri duymuyor, yapmamam gerekenleri zinhar yapmıyorum. Dikkat ederseniz bilmemem gerekenleri saymadım bile, o zaten cepte! Bazı dinozor arkadaşlarım beni eleştirir durular. Vay efendim “duruşum” yokmuş, vay efendim yanlış anlamayacakmışım da “kaypakmışım”, biraz da “yalakalık” varmış. Tahmin ettiğiniz gibi beni çekemiyorlar. Bunları diyenlere şöyle bir bakıyorum da söylemeye dilim de varmıyor ama her biri kaybedenler kulübünün anlı şanlı murahhas üyesi gibi mübarekler. Benimse keyfim, kazancım yerinde. Çoluğumun çocuğumun rızkı için el etek öpmekte, bugün
dediğimi yarın inkar etmekte hiçbir sakınca görmüyorum. Kendim için bir şey istiyorsam namerdim!

Her şeye ailem için katlanıyorum.

Daha dün bizim başkan arabaya binerken, bir refleksle iki elimi birleştirip eğildim, o da sanki ata biner gibi elime basıp parmak uçlarında hafif yükselerek -ki bunu çok havalı yapar, ona yakışır- jipin içine yerleşiverdi. Neden bilmem bu ufak tefek adam tam arabanın kapısı kapanırken bana acıyarak baktı gibi geldi. Bense çoktan çamurlu ellerimi önümde birleştirmiş, başımı yana doğru hafif eğmiş, “teslim olmuş” duruşuma geçmiştim bile. Etrafımdakiler benim ne kadar sadık olduğumu bilir, teslimiyetimi de buna verirler. Duruşsa bu da bir duruş değil mi? Hem yıllardır elimin ekmek tutmasını sağlamış adamın ayağını tutmuşum çok mu?

Onun dediklerini hiç düşünmeden kabul ediyor, olur da nadiren sorgularsam hemen ona neler borçlu olduğumu aklıma getirip kendime çeki düzen veriyorum. Bir keresinde apartman girişinde yatan bir evsizi gördüğünde verdiği tepkiye karşı çıkmaya çok yaklaşmıştım,

“Bunları temizleyin benim yolumun üstünden. Görmek istemiyorum. Sadık Bey sen de yardım et arkadaşlara.”, diyen başkana,

“Yapmayın efendim yazık değil mi?” diyecekken, ağzımdan sadece “Hay hay hemen!” sözleri çıkmış, zavallıyı en önce ben yanına gidip dürterek uyandırmıştım. “Hadi kardeşim başka yere, hadi!”

Gerçeklerle yüzleşmek hoşuma gitmese de içten içe biliyorum ki tek başıma hayatımı sürdürmemi sağlayacak tek bir belirgin niteliğim yok. Oluşturduğum bu konfor alanının dışında tam bir hiçim. Bu yüzden alanımı korumak için yapmayacağım şey yok. Gerekirse canımı bile ortaya koymaktan çekinmem.

Mesela geçenlerde bizimki uluslararası bir konferansta konuşmacıydı. Her şey güzel gitmiş, konuşma sonrası neşe içinde binadan çıkmıştık ki protestocular başkanı bir anda yumurta yağmuruna tuttular. Yağanların çift sarılı mı tek sarılı mı olduğunu düşünürken bir tanesi başkanın kafasında patladı. Bildiğiniz tek sarılı prematüre bir yumurtaydı. Tabii ki başkanıma bu derece basiti hiç yakışmadı! Zaten bu vatan hainlerinde organik, çift sarı falan alacak para ne gezsin! Hemen toparlandım, ona kalkan olarak yumurtalara gövdemi siper ettim. Bu cesur hizmetim karşılığı, başkan bir eliyle kafasını silerken, diğer eliyle gözleri dolarak cebime yirmi lira koydu. “Yetmez ama evet” minnettarlığıyla
gülümseyerek memnuniyetimi gösterdim. Siz birini kendi canının önünde tutmanın ne demek olduğunu bilmeyebilirsiniz ama benim gibiler çok iyi bilirler. Varlığım bir kere başkanın varlığına armağan olduğuna göre gerisi teferruat. O yoksa zaten yokum, varsa ben de bir ihtimal varım.

Sadece fiziksel olarak değil, zihinsel olarak da sonuna kadar destekçi bir kişiliğim. O ne derse alkış tutar, her zaman onun fikirlerini savunurum. O da benim düşüncelerime önem verdiğinden hep bana sorar. Bahçe düzenlemeleriyle bile bizzat ilgilenecek kadar mütevazıdır,

“Şuraya iki lale dikelim Sadık Bey ne dersin?”

“Olur efendim, nasıl derseniz. Bence güzel olur…”

“Bak şurada bir gül açsın, diğer çiçekler kıskançlıktan ölsün, hahahah!”

“Evet efendim ölsünler, hahah” -gülme dozumu hep iyi ayarlamışımdır, asla ondan fazla gülmez, tam kararında bırakırım-

Kısaca zor bir hayatım var ama daha önce de dediğim gibi keyfim yerinde. Yine de bana yöneltilen bazı haksız eleştiriler ağzımın tadını kaçırmıyor değil. Son zamanlarda ne yesem gerçek manada tatsız tuzsuz. Bir iki doktora da gittim ancak bir teşhis koyamadılar, dilimin zamanla kaybolan pürüzleri gibi tat alma duyusunu da kaybettiğini söylediler. Stresten de olabilirmiş. Bu sorunla çok sık karşılaştıklarını ancak bu vakadaki artışın nedenini saptayamadıklarını söylediler. Sanırım yavaş yavaş yaşlanıyorum. Başka bir açıklama aklıma gelmiyor.

Bugünse artık dayanamadığım sırt ağrılarım için yine hastanedeyim. Ağrıdan dik duramıyor, sürekli kendimi zorluyorum ama doğrulmayı bir türlü başaramıyorum, dayanılacak dert değil. Resmen iki büklüm gezer oldum.

Röntgen sonucu da çıkmak bilmiyor. Başkan geç kalırsam beni azar manyağı yapar…

Nihayet doktor elinde röntgenle odasından çıkıp sevecen bir sesle soruyor,

“Merhaba Sadık Bey, bugün nasılsınız? Buyrun içeri geçelim…”

Acı içinde cevap veriyorum,

“Çok ağrım var doktor bey”.

Çok düşünceli görünüyor,

“Doğrusu, film sonuçlarınıza göre böyle olması gayet normal…”

“Gerçekten mi? Neyim varmış peki?”

“Şöyle söyleyeyim, hastalığınız kronikleşmiş ve esasen bir başka hastalığın devamı niteliğinde.”

“Ne hastalığı? Benim bu ağrılar dışında hiçbir şikayetim yok ki? Bir de yemeklerden tat alamıyorum hepsi bu kadar”

“Sadık Bey, sizin durumunuzdakilerde hastalık başlangıcı tat duyusunun yok olmasıyla başlıyor, sonra iskelet sistemine sıçrıyor ve bir bakmışsınız bu durumdasınız…”

“Anlamadım? Ne durumdayım?”

“Yani yaptığınız iş gereği ya da belki yaşam biçiminiz diyelim. Önce diliniz aşınıyor, sonra yavaş yavaş omurganız. Bir çeşit meslek hastalığı yani. Filme dikkatli bakın, omurganızı kaybettiğinizi göreceksiniz.
Bu yüzden dik duramıyorsunuz…”

Filmi doktorun elinden hışımla kaparak yukarıdan aşağıdan defalarca inceliyorum. Gerçekten de omurgamın yerinde yeller esiyor. Şaşkınlıkla,

“Böyle bir şeyle daha önce karşılaştınız mı peki?”

“Elbette, bu çağımızın vebası diyebilirim, omurgasızlık”

Demek her şeyin yolunda gittiğini düşündüğüm bunca zaman, beni bir kanser hücresi gibi yemiş bitirmişti
bu hastalık. Dinozor arkadaşlarım tehlikeyi çok önceden fark etmişlerdi ama asla onlara kulak asmamış, basbayağı dalga geçmiştim… Şimdiyse tüm yaptıklarımı, yaşamımı düşünüyor neyi nereye
konumlandırabileceğimi bilemiyordum.

Yıkılmış bir ses tonuyla sordum,
“Geri dönüşü var mı?”

“Her hastalığın, en ölümcül olanların bile bir noktaya kadar dönüşü vardır. Sonuç çoğu zaman değişmese de…”

“İyileşme oranı nedir peki? Hiç tamamen iyileşen oldu mu?”

“Gerçeği söylemek gerekirse şu ana kadar sadece kısmi düzelmeler gördük. Omurga bir kere kaybedildi mi ne yapsanız eskisi gibi olmuyor. Biraz olsun yaşamınızda dik durmaya çalışırsanız, önce tat duyunuz, şanslıysanız da yavaş yavaş omurganız belirecektir. Tabii bunca yılın birikimi var üzerinizde, çok sıkı bir diyet uygulamamız gerekecektir. Kolay olmayacak.”

“Siz tüm yaşam biçimimi değiştirmemden söz ediyorsunuz. Bunca yılın alışkanlıkları, nasıl bir anda değişsin? Her şeyden nasıl vazgeçerim?”

“Bakın, önce hastalığınızı, omurgasız olduğunuzu kabul edeceksiniz. Daha sonra şifa iyi bir diyetle kendiliğinden gelecektir. Sizin için bizim yapabileceğimiz bir şey yok. Üzgünüz.”

Hastaneden çıktığımda ne yapacağıma hala karar verememiştim. Ya bu şekilde yaşamaya devam edecek, ya da belki daha zor ama “onurlu” bir yaşam sürecektim. Onur kelimesinin ağzımda ne kadar eğreti durduğunu o zaman ayrımsadım. O sırada başkan aradı, hayatımda ilk defa onu meşgule düşürdüm. Bunu yapar yapmaz garip bir şekilde iyi hissettim. Kararımı vermiştim. O zaman izlenecek yol belliydi…

Ne demişti doktor, “önce kabul etmelisin”.

Bu zamana kadar yaptıklarımı kendi kendime kabul etmem neye yarardı ki? Ben daha etkili bir iyileşme istiyordum. Her şeyi mümkün olduğunca hızlı temize çekerek sıfırlamak.

Bu düşüncelerle yürürken karşıma çıkan bir yerel gazete ofisine girerek şu ilanı verdim :

“Omurgamı kaybettim hükümsüzdür”

Sanki ağrılarım yavaş yavaş azalmaya başlamıştı bile.

Artık benim de az da olsa bir umudum vardı, hem de hiç kaybetmek istemediğim!

Site Footer

Sliding Sidebar