deli-abdal-hikaye-blog

Mutlu Son

Yazılarımda, önce emektar bir printer’in, devamında da Şirin Baba’nın helvasını yedikten sonra biraz olsun doymuş, durulmuştum. Bahar güneşinin İstanbul’a teşrif etmesiyle yeniden suya sabuna dokunmayan konularda yazarak, ahaliden gelen”Hadi printer neyse de Şirin Baba’dan ne istedin ? Hikaye böyle bitirilir mi ?” serzenişlerini geçmişte bırakmak, siz sevgili okuyucularımın -eğer varsanız tabii- yüzlerine kalıcı birer gülümseme yerleştirmek istiyordum.

İşte bu ulvi duygularla evdeki bilgisayarımın başına oturdum, mutlu bitecek bir hikaye düşünmeye başladım. Bir süre sonra ekranın sağ alt tarafında yer alan printer ikonu dikkatimi çekti. Bilgisayarı açtığımda orada olmadığından emindim. Çıktı göndermediğim halde bu simgenin belirmesinden işgillensem de fazla takılmadım.Tek hedefim yazımı bir an önce kurgulayarak okurlara bahar kokan umutlu bir yazı sunmaktı. Birden ikonun üzerinde sarı bir ünlem peyda oldu. Anlaşılan evdeki printer açık kalmış, bir şekilde hata veriyordu.

Kalktım, diğer odada bulunan printer’a bakmaya gittim ama kapalıydı. Döndüğümde ikon kaybolmuştu, geçici bir sorun olduğunu düşünerek rahatladım. Yerime oturdum yazıma başlamak için bir Word dokümanı açtım, boş sayfaya bakarak ilham gelmesini bekliyordum. On dakika geçmedi, simge bu defa kırmızı bir ünlemle geri döndü. Sanki bana önemli bir şeyler anlatmak istiyordu. Yazmaya bir türlü başlayamamıştım, gözüm sürekli bu davetsiz misafire takılıyordu. Birkaç kere onu yok etmeyi denedim, her seferinde inatla geri geldi. Bi kapa aç düzelir’ düsturundan yola çıkarak bilgisayarı yeniden başlattım.

Mutfağa giderek demlediğim kaçak çaydan bir bardak daha doldurdum. Yerime döndüğümde bilgisayar açılmış, asayiş berkemaldi. Artık tüm dikkatimi yazıma verebilirdim. Şöyle bir gerindim, parmaklarımı çıtlattım, gövdemi sağa sola esnettim. Isınma hareketlerimi tamamladıktan sonra derin bir nefes alıp yazmaya başlayacaktım ki ikon kırmızı ünlemiyle beraber yeniden ortaya çıktı. Onu her yok etmeyi denediğimde yanına yeni bir tanesi ekleniyordu. Kurtulmak bir yana, kısa zamanda karşımda printer’lardan oluşan kızıl bir ordu var etmeyi başarmıştım! Bilgisayarımın virüs koruyucusu olduğuna göre bu bir virüs olamazdı.

Şaşkınlıkla önümdeki sıcak çaydan büyük bir yudum alınca hissettiğim yanmanın etkisiyle, istemsizce gözümü kapadım. Açtığımda kırmızı beresi, ak sakalıyla, Şirin Baba ekranımı kaplayan sisler içinden gizemli gizemli bana bakıyordu.

Yavaşça klavyemi bıraktım, acaba ne yapacak diye bir süre öylece bekledim. Önce sadece duruyor, bana bakıyordu. Sonrasındaysa her hareketimi taklit etmeye başlamıştı. Kafamı çeviriyorum o da çeviriyor, sakalımı sıvazlıyorum o da aynı şekilde. Sinirlerim bozulmuştu. Ortamda sıkıntılı bir sessizlik vardı, belli ki ilk konuşan psikolojik olarak mücadeleye mağlup başlayacaktı. Artan gerginlikle terlemeye başlamıştım. Bir yandan da gözlerinden gözlerimi kaçırıyor, içten içe önceki hikayemde onu öldürdüğüm için vicdan azabı duyuyordum. O ise, sanıyorum beni daha da rahatsız etmek için sessizliğini koruyor, basbayağı sorgulayan gözlerle beni süzüyordu.

Gördüklerim içtiğim çayın bir yan etkisi olabilir miydi yoksa Şirin Baba gerçekten orada mıydı ?

Daha fazla strese dayanamadım, “Şirin Baba, yani biliyorsun ben seni çok severim, çocukluğumun kahramanlarındansın, istemeden oldu, olay öyle bir gelişti ki kaçamadım, hem Şirin Baba ölmez vata….” ,diyordum ki, sert bir tavırla araya girdi,

“Kes goygoyu . Beni dinle şimdi, yoksa sözlerim pek şirin olmayacak !”

“Tamam baba, dinliyorum…”

Şirin Baba’yı çocukluğumdan beri ilk defa bu kadar sinirli görüyordum. Ne diyeceğini merak ediyordum,

“Bak evlat” , biraz duraksadı, “beni gömdün, köyü yerle bir ettin, eyvallah, bozulmaca yok. O hikaye öyle bitmeliydi doğruya doğru.” , tam gözlerimin içine bakarak hafif alaycı bir şekilde devam etti, “hem senin gibi şöhret düşkünlerini çok gördü bu aksakallı, hikayede öldürmenle ölseydik ohooo”

Konuşurken ellerini arkasında kavuşturmuş, Şirinköy’de yürür gibi ekranımda boydan boya, hızla volta atıyordu. Sağ alt köşeye gittiğinde duraksadı, dizilmiş printer ikonlarına hüzünle baktı, bana döndü, ” Tabii ben senin ilk vukuatın değilim…”

Printer’ların kırmızı ünlemleri aynı anda yanıp sönmeye başladılar. Anlaşılan onlar da bana kırgındı, Şirin Baba’yı onaylıyor, bir şeyler söylemek istiyorlardı. Tam anlamıyla çetin bir vicdan muhasebesine girmiştim ki konuşmaya devam etti,

“Seni affetmek için bazı şartlarımız var delikanlı…”

“Dinliyorum baba… Bu arada şirin çilekleri ne güzel olur, hala çıkıyor mu sizin oralarda ?” diyerek ortamı yumuşatmak istedim, istemez olaydım.

İki eliyle sis perdesini araladı, monitörden dışarı atlayarak klavyemde zıplamaya başladı.

 

Görünen o ki tuşları özenle seçiyordu. Bir zıplayan Şirin Baba’ya, bir yazdığı yazıyı görmek için ekrana bakıyordum. Mutlaka vereceği çok önemli bir mesajı olmalıydı. Kim bilir, belki de geçmiş hikayemde ölmeden hemen önce tamamladığı unutkanlık iksirinin formülünü kağıda döküyordu, bu tarihi bir andı ! Benim dakikalardır bakakaldığım boş dokümana şimdi Şirin Baba’nın bilgelik dolu harfleri dökülüyordu. Ne kadar şanslıydım !

Sonunda bitirmiş, yerine geri dönmüştü. Dokümanda, “SADECE DİNLE, SUS ARTIK ŞİRİN AŞKINA SUSSSSSSSSSSS” yazıyordu. Biraz hayal kırıklığına uğramıştım, formül beklerken yine payıma azar düşmüştü.

Üzüntüyle başımı eğerken göz göze geldik. Babacan bir gülümseme kapladı tüm yüzünü, ben de cesaretlenip ona gülümsedim. Belki de beni anlamış, tüm kızgınlığı geçmiş, hatta affetmişti ? Ben bunları düşünürken, cebinden çıkardığı minik iksir şişesinden bir damla hala alt köşede duran ikonlara damlattı.

İksirin etkisiyle, printer’ların kırmızı ünlemleri, dolgun birer dudağa dönüşmüş, hep bir ağızdan konuşmaya başlamışlardı: “Korkma, sana zarar vermek istemiyoruz. Bizim yıllardır dile getiremediğimiz dertlerimizi, insanlara anlattın. Sana borçluyuz, teşekkür ederiz. Sadece seni dostane uyarmak istedik, yazılarına kendi istediğin şekilde devam etmelisin. Biliyoruz, herkes mutlu son ister, ama mutsuzluklar da, ölümler de bu hayatın büyük bir parçası değil mi ? Mutlu son için sahte yazılar yazma, kendin olmaya devam et, kimseleri kandırma” dediler ve ağır ağır silikleşerek kayboldular.

O kadar duygulanmıştım ki gidip içerdeki printer’ima sarılmamak için kendimi zor tutuyordum !

Artık Şirin Baba’yla baş başa kalmıştık. Bir süre gözlerime baktı, kulak kesilmiştim, sonunda konuştu,

“Evlat, mezarlıklar çok okunmak için kendi olmaktan vazgeçen, kendini gerçekleştiremeyen yazarlarla dolu, işte…” . Bunları söylerken sağ eliyle yere paralel bir hareket yaptı. Şimdi ekranımın her yeri mezar taşlarıyla dolmuştu ve ben üzerlerindeki isimleri deli gibi merak ediyordum. Tek tek hepsini okumaya başladım. Bu yazarların çoğu hakkında ben de Şirin Baba gibi düşünüyordum. Fakat yine de bazılarına şaşırmıştım doğrusu. Kimler yoktu ki orada ? –bu noktada isim paylaşmam etik olmayacağı için sizlerle paylaşamıyorum, üzgünüm-

Konuşmaya duygulu bir tonda devam ediyordu, “…evlat, babalar eksik gösterse de çok sever. Ben seni sevdim, sahici yazıyorsun. Şirin görünmek için, şirin sözler peşinde değilsin. Bu şekilde yazmaya devam et. Beni okumuyorlar diye de sakın üzülme. Yazıların bir kişiye bile ulaşsa az iş mi ?” ,yüzüne o sevecen ifadesini takınarak biraz da nüktedan bir üslupla, “belki yeterince iyi bir yazar olursan, bir gün şirinleri de gerçekten görebilirsin, kim bilir… ” diyerek sözlerini tamamladı, arkasını döndü, sisler içinde kayboldu.

Demek, bana kızgın oldukları ya da intikam için değil, aksine bana destek olmaya gelmişlerdi. Belki mutlu sonla biten hikayeler yazamıyordum ama benim hikayem mutlu bitmişti. Elimi yüzümü yıkadıktan sonra toparlandım, mutfağa giderek bir bardak daha çay doldurdum. Kaçak çayın o yoğun güzel kokusunu içime çektim. Birden çayın ambalajındaki ibare gözüme çarptı: Tek başına değil, harmanlayarak demleyiniz.

Yerime geçtim, hikayemin adını, boş sayfanın en tepesine yazdım. ‘Mutlu Son’

Site Footer

Sliding Sidebar