umutlu bekleyis deli abdal

Umutlu Bekleyiş

Uzun zamandır sadece dört bloktan oluşan, oldukça eski bir sitede oturuyorum. İstanbul’da son yıllarda yapılan ‘güvenlikli’, ‘havuzlu’, ‘lüks’ rezidanslardansa, bu bodur binalar bana çok daha değerli, ‘insani’ geliyor. Müteahhitlere fazla kar bırakmadığı için başına kentsel dönüşüm gelmemesine içten içe seviniyorum. Bu durumdan memnun olmayanların serzenişlerini dinlerken, bıyık altından gülümsüyorum.
Salonun penceresinden dışarı baktığımda açık alana park etmiş arabaların, apartmanları çevreleyen ağaçların yanı sıra, mini minnacık bir de park görüyorum. Belediyenin buraya yerleştirdiği spor aletleri çoğu zaman insansız, öylece duruyorlar. Neyse ki arada sırada sigara tiryakileri onları oturmak için kullanıyorlar da iyiden iyiye yalnızlık çekmiyorlar. Site sakinlerinin yaş ortalaması yüksek, bazıları otuz beş senedir, yani site yapıldığından beri burada oturuyor.

umutlu bekleyis deli abdal

Bir de evsiz ama hepimizden daha ‘siteli’ sakinlerimiz var. Sokak kedileri. Hep görmeye alıştığım, görmediğim zaman merak ettiğim arkadaşlarım gibiler.

Osman, onlardan en bilindik olanı. Nerden baksanız dört beş senedir tanıdığım bu tekir, tam bir hayatta kalma uzmanı. Sanıyorum, bunu biraz da hiç bozmadığı rutinine borçlu. Oturduğum apartmanın bahçesinde takılır, gitse gitse otoparkın sınırlarına kadar gider, geri döner. Kimselere bulaşmaz. Mama için de kimseyle kavga etmez, hatta önce küçük kedilerin yemesini bekler, sonra kendisi yer. Köpek çetelerinden gizlenmekte de eline kimse su dökemez. Bu iri kıyım ama ince ruhlu kedi, güneşli günlerde arabaların üstüne serilerek güzel havanın tadını çıkarır. Gece çökünce, ya kapıya park etmiş BJK plakalı motosikletin selesinde ya da giriş katta oturan apartman yöneticisinin camının önünde uyur.

Ne zaman apartmana girecek olsam, daha anahtarı cebimden çıkarmadan arkamda bitiverir. Buzlu camda koşturan siluetini gördüğüm anda artık kaçmak için çok geç olduğunu da bilirim. Bacaklarıma sürtünerek mama ister. Toksa, ısrarla sevgi ister. İstediğini almakta da ustadır. Ne yaparsam yapayım onu içeri girmekten alıkoyamam. Bir kere girdi mi de dışarı çıkar çıkarabilirsen ! Bunu, türlü numaralarla nadiren başarabildiğim olsa da genelde pes eden ben olurum.

Asansörsüz binanın merdivenlerinde, bir önde bir arkada üç kat boyunca kapıma kadar eşlik etse de maalesef bileti buraya kadardır. Evdeki kedilerden dolayı bu davetsiz misafiri içeri alamam. Mümkün olduğunca çevik hareketlerle eve girerek kapıyı yüzüne kapatıveririm. Sonra kapıyı yavaşça aralar, bir kap mama bırakırım önüne. Mamayı da çoğunlukla evdeki kedilere aldığım pahalı markadan değil, sokak kedileri için olandan veririm. Karnı doyunca apartmandan çıkacak birisini kollar.

Bazen de kazan dairesinde sabahladığını, tekirin pervasızca binaya girişinden, bizim ona yüz vermemizden rahatsız olan apartman görevlisi Sadık Ağabey’den duyarım.

Osman’ın arkası da kuvvetli hani ! Yönetici seviyor, besliyor. Komşulardan da hemen herkes onu kanıksamış. Görevlinin eli kolu bağlı. Bazen düşünüyorum, o da kendince haklı. Kimse görmediği zamanlar kötü bir şey yapar mı diyorum, sonra adamakıllı utanıyorum bu düşüncemden, Sadık ağabey, diyorum, vicdanlı adam, yapmaz öyle şey !
Osman binaya girmezse herkes mutlu olur fikrinden yola çıkarak posta kutumda mama stokluyorum. Peşim sıra içeri girse de elimde mamayla geri çıkınca garibim de arkamdan geliyor. Yakın markajından ancak öyle kurtulabiliyorum.

Zaman hızla akıp geçiyor kendi kedilerim de dahil, birçok kedinin, köpeğin ölümüne şahit oluyorum. Ölenleri Sadık Ağabey’den kürek ödünç alarak apartmanın arka bahçesine gömüyorum. Ama o her şeye meydan okur gibi hep hayatta. Orada olduğunu bilmek, umut veriyor. ‘Sokakta da uzun yaşam mümkün’, diyor, ‘Buralar benden sorulur, bir derdin olursa gel’, der gibi bakıyor.

Bir gün işe gidiyorum, Osman yok, gece dönüyorum yine yok. İki gün daha böyle geçince, Sadık Ağabeye endişeyle soruyorum, ‘gelir o, merak etmeyin’ diyor. Gerçekten de dördüncü gün ben apartmana girerken çıkageliyor ! O kadar seviniyorum ki, geç de olsa döndü ya nereye kaybolduğunu pek sorgulamıyorum. Durumu biraz da abartarak bir yandan başını okşuyor, öte yandan sevdiğim bir şarkıyı keyifle mırıldanıyorum, “Çok geç oldu dönüşün, baharda beklemiştim…Olsun olsun yine döndün ya !”

umutlu bekleyis deli abdal umut

Birkaç ay sonra, bir yaz sabahı Osman her zamanki gibi motosikletin üzerinde etrafa bakınıyor. Fakat, bir değişiklik var onda, en başta anlayamıyorum. Yaklaşınca başımdan kaynar sular dökülüyor. Kedinin bıyıkları kesmişler ! Güzelim beyaz bıyıkları acemi bir bahçıvan tarafından katledilmiş dallara dönmüş, kısacık kalmış. Hepsi aynı boyda.

Kimseyi suçlamadan, olana bitene sitem ediyorum,

“Ağabey, fark ettin mi bıyıklarını ? Çocuklar mı yaptı, kim yaptı biliyor musun? Böyle şerefsizlik olur mu ya ?! Bunu yapanın bıyıklarını tek tek yolacaksın anlayacak nasıl bir şey olduğunu.”

Aslında onu ima ederek söylemiyorum ama Sadık Ağabey’in de bıyıkları var, üstüne hiç alınmıyor,

“Bilmiyorum ki kim yaptı görmedim, yine çıkar nasıl olsa, üzülmeyin.”,  inanıyorum ona, bilse söyler. İçimden, iyi adam, kimseye bir kötülük ettiğini duymadım, bana da hep iyiliği oldu diyorum.

Osman artık kısa bıyıklarıyla sürdürüyor rutin yaşamını. Sanki kimseye kızmamış, hiçbir şey olmamış, insanlardan kötülük görmemiş gibi sokulgan, iyi huylu. Her gün uzuyor mu diye bıyıklarına dikkatle bakıyorum. Bir akşam, arkamdan yine apartmana giriveriyor, aksilik bu ya posta kutumdaki paket bitmiş. Kapımın önüne evdeki mamadan biraz koyuyorum. İki dakika sonra zil çalıyor,

“Mama koymuşsunuz da, alışıyor bu böyle apartmana… Bir siz varsınız bir sizin çaprazdaki.”

Görevli tarafından fişlenmiş olmama fazla aldırmadan, plastik kaba bakarken düşünüyorum, ‘Pek yememiş, dökmüş hatta… Korkup kaçmış olabilir mi ? Yoksa mamayı mı sevmedi?’

Düşüncelerimden sıyrılıp, hak vermiş bir ses tonuyla cevap veriyorum,

“Peşimden geldi, belli ki aç, kapıma kadar geleni aç göndermek olmaz. Ben dökülenleri temizlerim ağabey sen de kusura bakma. Normalde dikkat ediyorum içeri girmemesine.”

Ertesi sabah işe yetişmek için aceleyle çıkıyorum evden. Akşam dönerken iki paket mama alıp kutuma koyuyorum. Osman ortalarda yok, fazla üstünde durmuyorum. Ertesi gün motosiklet boş, etrafta da görünmüyor. Bir kere daha böyle gidip, sonunda sağ salim döndüğünü düşünerek içimi rahatlatıyorum. Osman bu, kolayına postu sermez diyorum, hem daha açılmamış mamalar onu bekliyor ! İstinasız her sabah ve akşam belki dönmüştür diye ümitleniyorum, ama yok. Nihayet yöneticinin kapısını çalıyorum, Abdullah Bey, yetmişlerinde bir garson emeklisi,

“Abdullah Bey, rahatsız ediyorum, Osman yok, nerede haberiniz var mı ?”

Pek umutlu konuşmuyor,

“Evet. Her yeri aradım, ama bulamadım. Bugün beşinci gün, hiç bu kadar uzun gitmezdi. Son zamanlarda öksürüyordu biraz, öldü mü acaba ? Çok üzgünüz evladım.”

“Yok yahu Osman’a bir şey olmaz. Neler neler atlattı o ! Gelir mutlaka…”

“İnşallah…”

…….

Osman’a hastalığı hiç yakıştıramıyorum, ama bugün gidişinin on beşinci günü. Hala gelecek diye bekliyorum. Kötü bir şeyi konduramasam da, kendimi içten içe dönmeme ihtimaline hazırlarken buluyorum.

İnanın, bunları yazmak benim için hiç kolay değil. Eğer, sürekli aklıma gelmeseydi, ona ne olduğunu çıldırasıya merak etmeseydim, bu yazı belki de hiç yazılmayacaktı. Akıbetini bilmediğim için durum daha da katlanılmaz. Öldü mü ? Öyleyse eğer, bu nasıl oldu ? Hasta mıydı gerçekten ? Yoksa birisi alıp onu uzak bir yere bıraktı da yapayalnız, dönüş yolunu mu arıyor ? Öldüğünü bilsem, yas sürecine girer bir süre sonra atlatabilirim. Cesedini bulsam kedilerimin yanına gömerek onunla vedalaşabilirim. Osman’sa düpedüz kayıp. Her şeyi, motoru, arabalar, apartman, park, arkadaşları onu bekliyor ama kendisi yok işte…Evden çıkıp bir daha geri dönmeyen evlatlar gibi kayıp… Kayıp yakınları hakkında izlediğim bir belgesel aklıma geliyor. Oğlu yirmi yıldır kayıp olan bir anne, evinin dış cephesini boyatmıyordu, ‘bir gün çıkıp gelirse, tanıyabilsin evini oğlum’, diyordu. Onların yaşamını düşünüyorum, bu duyguyla yaşarken delirip intihar etmemelerine, hala umutla direnmelerine şaşıyorum.

Tabii ki amacım bu yaşadıklarımı asla onlarınkiyle eş tutmak değil, bu haddim de değil… Sadece, şimdi çok daha iyi biliyorum, onları yaşatan ve öldüren, o ıstıraplı, kan kusturan ‘umut’. Hem zehir, hem panzehir olan umut.

Osman’ın hayatımda bu denli yer ettiği, yokluğunun canımı bu kadar acıtacağı, aklımın ucundan bile geçmezdi. Keşke bir kere olsun eve alsaydım, mamasını hep pahalı olandan verseydim, her gördüğümde başını okşasaydım, diyorum. Evdeki kedimin, sokaktaki bebekliği gözümün önüne geliyor. Bir kere sokağa mama koyduğumda, o iri cüssesiyle Osman da bebeğin yanına gelmiş, ‘eyvah şimdi ufaklığı pataklayacak, yedirmeyecek’, diye düşünürken, önce onun yemesini sabırla beklemiş, kalanlara razı olmuştu. Bu iyi kalpli tekirin değerini ancak yokluğunda anladığım için kendime o kadar kızıyorum ki, elimde tek bir fotoğrafı dahi olmaması şimdi daha da koyuyor, saçma geliyor. Onca nesnenin, bir sürü kedinin, anlamlı anlamsız her şeyin fotoğrafı var, onun yok ! Belki hep orada olacağını sandığım için çekmeye gerek duymadım. Bilmiyorum.

Apartmandan çıkıyorum, Sadık Ağabey, türkü mırıldanarak kapının önünü süpürüyor, keyfi yerinde… Yoksa ?!

Yok, bunlar hep benim kuruntularım…olmaz öyle şey ! Mamalarını dönene kadar çıkarmayacağım posta kutumdan.

Umutla, inatla bekliyorum…

Site Footer

Sliding Sidebar