manifesto deli abdal chopin

Manifesto

Ne zaman bir şeylerden uzaklaşmak, düşüncelere dalmak yahut güzel bir rüya görmek istese, kendini hep onu dinlerken buluyordu. Siyah beyaz bir fotoğrafta, piyanosunun başında uzaklara dalmış o güzel kadını.

Kadının bakışlarında hüzün ağırlıkta olsa da tam tanımlayamadığı birkaç duygunun ortak yansıması vardı. Gözlerinin rengini hep yeşil hayal etmişti. Başka ihtimal yoktu, mutlaka öyle olmalıydı ! Sırf hayal kırıklığına uğramaktan korktuğundan, renkli fotoğraflarını araştırmaya hiç yeltenmemişti.

Fotoğraf, tamamı bu piyanist tarafından icra edilmiş toplam yirmi bir eserden oluşan iki saatlik bir çalma listesine aitti.

Listeyi her çaldığında sanki geçmişe dair ne varsa yeniden yaşıyor, sorgulamaya başlıyordu. Yine listeyi dinlediği böyle bir akşamda, müziğin geçmişinde çağrıştırdığı iyi ya da kötü ne varsa berecebildiği kadar kağıda dökmeye karar verdi. Müzik susana kadar aklına gelenleri yazarken, aynı hatalara yeniden düşmemek için ‘kendime öğütler’ adı altında mütevazı bir de özet çıkaracaktı. Aslında buna bildiri ya da daha havalı kullanımıyla ‘manifesto’ da denebilirdi.

“Her yaşamdan geriye hiç değilse iyi kötü bir manifesto kalmalı”, diye düşündü. Hayır, yanlış anlaşılmasın, intihar edecek falan değildi. Yaşamı toz pembe görmese de, vazgeçemeyecek kadar seviyordu. O andaki tek derdi kendine biçtiği süreyi etkin kullanmaktı. Aklına idam cezası alan Dostoyevski’nin son anlarını nasıl geçireceğini planlayışı, tam da ipe giderken affedilişi geldi. Kaynaklara göre bu büyük yazar geriye sadece beş dakikası kaldığını hesaplamış, ikisini arkadaşlarıyla vedalaşmakla, ikisini düşünmekle, kalan bir dakikasını da dünyaya bakarak geçirmek istediğine karar vermişti.

Neyse ki kendi durumunun Fyodor’la hiç alakası yoktu. Kocaman bir zaman dilimine sahipti ve ne idam edileceği vardı, ne yaşadığı bir zorluk. Bildirisini, belki sıkıldığı için, belki birden duygulandığı için, belki de sadece yazmak istediği için yazacaktı. Sözlerimden eylemini değersiz gördüğü ya da küçümsediği aklınıza gelmesin sakın ! Hayli çetin, çetrefillli bir olayla karşı karşıya olduğunun farkındaydı. Şayet, yarı yoldan dönmez de sonuna kadar gitmeyi başarabilirse, elinde yaşamı boyunca ona yol gösterecek bir metin olacaktı.

Elbette onca yılın tortusuyla yüzleşmek kolay is olmasa gerekti. Bu yüzden belli bir süreyi bildirinin hatlarını planlamak için ayıracaktı ama bu fikrinden hemen vazgeçti. Yazılanlar ne kadar plansız olursa o kadar yalansız, o kadar iyi olur diye düşündü. Fonda çalan müzikle beraber hislerini tartarak gözünün önünde canlananları yazmaya başladı…

İlk bir kaç eserde aklına çocukluğu geldi. Ablasının elinden tutarak okula giden kara önlükler içinde koca kafalı bir erkek çocuğu. Küçük, sevimli bir okulda sevecen, güleç bir öğretmen. Belki de hayatının en güzel, en saf, en mutlu iki senesi. Sadece okul hayatı değil, rüyaları, hayalleri de çok ama çok çocuk… Sonra, yeni, rekabetçi bir okulda despot bir öğretmen. Eski okulunu, öğretmenini özlese de çok geçmeden alıştı, sevdi yenisini de. Hem evdeki herkes artık ondan gelecek başarıdan emindi. Ve emin olmak, mevcut huzursuzluklara pansuman niyetine bir nebze huzuru da yanında getirmişti…

İçinden, “Çocukluk kısmı kolaymış” dese de, hakkıyla her şeyi anlatmadığını biliyordu. Anladı ki başından geçen kötü anılarını ya da diğer çocuklara yaptığı acımasızlıkları yazmaya hiç niyeti yoktu ! “Olsun, n’apalım, olduğu kadar…”, dedi, omuzlarını hafif kaldırarak. Bu tutumunu eleştirenlere, daha iyisini yapacağını iddia edenlere, zamanının geri kalanını seve seve vermeye hazırdı.

Sonra çok sevdiği bir filmin unutamadığı sahnesi gözünde canlandı. Tüm hayatı bir yolcu gemisinde geçmiş, o gemiden hiç inmemiş efsane piyanist, hareketlerini gözlemlediği yolcuların duygularını doğaçlama olarak piyanosuna yansıtıyordu.

“İşte, şimdi tam da o andayım”, dedi, ilk aşkını hatırlayınca. Onu ilk gördüğünde, zaman önce kızın adımları gibi hızla akmış, sonra ikisinin dışındaki her şeyle beraber donup kalmıştı. Terleyen avuçları, kızaran yüzü ile utanan bir ergen kaldırımda öylece duruyordu. Beyni, sanki felç olmuş bedenine hükmedememiş, onu yerinde çakılı bırakmıştı. Kim bilir, belki o an filmin sonunda gemiden inmesi gerektiği halde, inemeyen biçare müzisyenin ta kendisiydi ? Kız ise, yaşanan bu can pazarının hiç farkında olmadan karşı kaldırımdan yürüyüp gitmişti…

manifesto 1900 efsanesi

Artık ilk öğüdü yazma vaktinin geldiğini düşündü,

1-Çaresiz hissettiğinde, atacağın küçücük bir adım bile o çaresizliği kırmaya yetecektir… Bunu yapmaktan asla çekinme !

Bunları yazmak umduğundan da zordu. Belki de kendine, hiç tutamayacağı bir öğütler bildirisi hazırlıyordu. Olsun, ne de güzel çalıyordu zümrüt gözlü piyanist. Çoğu duyguyu içinde yaşayarak pek azını kağıda aktardığını fark etti. Yine de değil mi ki kararını vermişti, tam da Deli Abdal’dan beklendiği gibi yolculuğu ona getirdiği her şeyle, iyisiyle kötüsüyle olduğu gibi kabul edecekti.

2-Yola çıktıysan iyi ve kötü sürprizlere açık ol ! Dolu dolu yaşa ki mutlu ölebil !

Neden bilinmez, istese de artık ulaşamayacağı ne varsa, kim varsa bir bir aklına geliyordu. Geride kalanlar, yitip gidenler, bir daha eskisi gibi olmayacaklar derken görüşmediği eski dostlarını düşündü. Düşünür düşünmez de bir zamanların en saygın paşasını hatırladı. Onu ve onun “Eskimeyen Dost”unu. Babasının onca plağının arasında aklında bir o yer etmişti. Belli belirsiz gülümsedi. Bellki de sırf o plak yüzden pikap sahibi olmuş, bu 33’lüğü ise sahaflardan büyük bir heyecanla almıştı.

3-Zeki Müren’i seviniz, çok seviniz… Hiçbir şey olmasa kendisi olmaktan asla vazgeçmediği için seviniz ve siz de onun gibi yapınız ! – paşaya olan saygısından, bu madde diğerlerine göre daha kibar olmuştu-

manifesto eskimeyen dost deli abdal

Şimdi fonda, bir yandan piyano çalmaya devam ederken, kafasındaysa Zeki Müren hafif bir cızırtıyla şarkı söylüyordu. Dikkatini tekrar toplayabilmek için beynindeki pikabın kolunu nazikçe kaldırarak yuvasına yerleştirdi. Paşa sustu, plak bir süre daha döndü ve durdu…Listedeki parçaların yarıdan fazlası geçmişti. Belki bu manifesto hiç tamamlanamayacaktı. Yine patlattı koca bir “olsun”. Hiç değilse genel hatlarıyla bir taslak çıkarabilirdi. Hayal etmesi bile onu mutlu etti. Birden bir duvar yazısının önünde duran delifişek gencin fotoğrafını hatırladı. Onun asla gerçekleştirmeye fırsat bulamadığı hayalleri için üzülerek dördüncü öğüdü ekledi :

4-Büyük adam olmayı başkalarına bırakabilirsin ama hayallerini asla satma !

manifesto hayal

Noktürnlerin ona hep yaralarını hatırlatmasını, karanlığın ve yaraların birbirini çağrıştırmasına bağladı. Keşkeler havada uçuşuyor, elindense hiçbir şey gelmiyordu. Kalbini kırdıkları, yapabilecekken yapmadıkları, söyleyebilecekken sustukları, her şey ama her şey geceye ve bu müziğe yakışsa da kafasından geçenlerin ağırlığı onu oldukça sarsmıştı.

Sanki her bir sandalyede kendisinin oturduğu bir grup terapisini yine kendisi yönetiyordu :

“Evet, Deli sen hiç konuşmuyorsun…Belki bu konuda paylaşmak istediğin bir şeyler vardır ?” ,

“Nereye baksam benim, böyle olmamalı ! Burası bir öz-terapi yeri değil, okuyana yazık değil mi ? Toparla kendini…Güzel şeyler düşün biraz”.

Gözlerini kapadı… Şimdi, piyanistin tam karşısında oturmuş onu dinliyordu… Kadının dokunduğu her bir notada içinde daha da derinlere inerken gülümsemeye başladı. Yaşadığı tüm güzel şeyler çalma listesinin sonunda da olsa yavaş yavaş gün yüzüne çıkıyordu. Hayatının sadece hüzünlerden ibaret olmadığını, aksine mutlulukların da hayli fazla olduğunu belki ilk defa ayrımsamıştı. Geceden sonraki aydınlık nasıl umut verirse, geceye adanmış noktürnler de sona yaklaştıkça sıkıntılarını bir bir defederek onu umutlandırmıştı.

Artık içi tamamen umut doluydu… Yine de ilk aklına geleni buraya yazmak istemedi, yazmadı da. İkinci sıradaysa, gece Kadıköy’de rastlantı eseri dinlediği sokak müzisyenleri vardı. Karanlıktan yüzlerini seçemediği bu gençler, ne kadar içten çalıyor, söylüyorlardı… O kadar çoğaldı ki iyi şeyler, sanki geçmişe dair hiçbir olumsuzluk kalmamış, güzelliklerin hangi birini yazacağını şaşırmıştı.

Vaktin dolduğunu, ancak piyano susunca algıladı. Demek, taslak yarım kalmıştı. “Yeterince zamanım yoktu”, diyerek kendini avutmayı denedi. Sırf bu manifesto değil, hayatında yarım kalan hemen her şey onda umutsuzluğa yol açardı. Sanki yine yıllar önceki utangaç haliyle o kaldırımda duruyor, her şeyi izlemekle yetiniyor, yaşamsa akıp geçiyordu.

Tüm bunları düşünerek fotoğrafa bakarken birden piyanistin bakışlarında daha önce tanımlayamadığı duyguların gurur ve umut olduğunu anladı !  Kadının gözlerindeki umut ona da geçmişti ama daha önemlisi, gururu da yaşamak için ne yapması gerektiğinin kafasına dank etmesiydi !

Bu defa o küçücük adımı çekinmeden atacak, kaldırımdan inerek yola çıkacak, yarım kalanı bitirecekti. Kendine tanıdığı sürenin tükenmesine aldırmadan belki de en önemli öğüdü en sona yazarak taslağı tamamladı :

5-Sahip olduğun tek gerçek şey zaman ! Onun kıymetini iyi bil, umudunu hep diri tut !

Metni gururla temize çekerek, hep gözünün önünde olması için duvardaki mantar panoya raptiyeledi…

Yazdıklarına daima sadık kalamayacağını elbette biliyorduı. Ama olsun artık yoldaydı.

 

deli abdal kavanoz kül

Kavanoz Dipli Dünya

vida deli abdal

Vida

deli abdal hikaye blog rocky emek

Kaplanın Gözü

Site Footer

Sliding Sidebar