İstanbul’un virane hanlarından birinde çamurlu, pis bir su birikintisinin ortasına atılmış büyük, eski bir taşım ben.
Talihim her zaman böyle kötü değildi elbette. Yüz elli yıla yakın buraların en güzel, en şaşaalı günlerini de yaşadım. Mimarı, eserini tamamlarken, dualar eşliğinde han duvarının en tepe noktasına kendi elleriyle yerleştirmişti beni. Rehberler, hanın tarihini turistlere anlatırken, yukarı bakarak elleriyle yıpranmış duvarları gösterdiklerinde, onlarla göz göze gelirdim. Defalarca dinlediğim halde hanı kimin inşa ettirdiğini, mimarının kim olduğunu, her seferinde gururlanırdım. Ne de olsa bu hanın, hatta bu şehrin önemli bir parçasıydım ve hep öyle kalacaktım. O sebepsiz bahar fırtınası olmasaydı eğer.
Ne kadar yüksekteysen, düşüşün de o kadar gürültülü olur derler. Bu sözün doğru olduğunu işte o gün anladım. Beklenmeyen şiddetli bir fırtına beni duvardan ayırdı, vurdu tarihin en dibine. Daha önce yağmur suyuna, güneşe aşinaydım. Toprağı ise ilk defa o zaman tanıdım. Bahar ve yaz boyunca umutla bekledim, mutlaka birileri beni alacak eski yerime koyacaktı. Düşene kimsenin yardım etmeyeceği aklımın ucundan bile geçmiyordu. Ta ki daha önceleri hanın güzelliğinden, sağlamlığından bahseden rehberler; bakımsızlığından, yıkılmak üzere olduğundan dem vurup ispat olarak da beni gösterene kadar,
“Tam burada, artık yıkılmakta olan duvarın taşlarından birisini görebilirsiniz.”
Dinleyenler bir yandan fotoğrafımı çekiyor, diğer yandansa ahlar vahlar içinde devlete, bu ilgisizliğe veryansın ediyorlardı. “Tarihine sahip çıkamayan ölü seviciler”, diyordum içimden, “Siz benim bir zamanlar olduğum yere hiçbir zaman ulaşamayacaksınız! Şu halimle bile sizden daha değerliyim.”
Nihayet, yağmurlu bir sonbahar günü hanın çaycısı yanık lekesi elleriyle bana doğru uzandı. “İşte”, dedim, “beklediğim an geldi”. Demek artık yokluğum hissedilmiş, bu kötü günlerin sonu gelmişti. Çaycı beni zorlanarak kucakladı, bir iki adım sendeledi ve hızla bu pis su birikintisinin içine fırlatıverdi. Sonrasında bana bakarak, şefkatsiz ellerindeki tozu toprağı şöyle bir çırptı. Yaptığından memnun bir surat ifadesiyle yanımdan uzaklaştı. Yalanım varsa sıradan bir taş olayım ki ömrüm boyunca bu kadar utanmamıştım !
Önce olanları kabul etmek istemedim, kötü bir rüya olmalıydı tüm bunlar. İstanbul’u bir asır en güzel yerden izlemiş gözlerim, artık bulanık, çamurlu suyun içinde mi kalacaktı ? Daha bu düşüncelere alışamamışken bastıran yağmurlarla beraber, beni daha da zor günlerin beklediğini anlamam çok uzun sürmedi.
Evet, eskiden ama çok eskiden değil, bu tarihi eserin önemli bir parçasıydım. Zamanla tüm kibirli köşelerim birer birer koptu. Şimdi, insanlar için işlevsel bir aracım sadece. Herkes üstüme basarak suyun diğer tarafına atlamak için kullanıyor beni. Olduğum yere doğru zıplamadan önce, adımlarını ayarlamak için kısa bir süre beni inceliyorlar. Sırtım kaygan mı ? Yeterince güvenli mi ? Büyük bir merak içindeler. O anda, hayatlarındaki en önemli şeyin ben olduğumu düşünmek, yeniden değerli hissetmek kısa süre için de olsa iyi geliyor.
Hepsinin amacı aynı: tek bir hamlede, duraksamadan, kazasız belasız suyun öte yanına geçmek. O kadar çok insan gördüm ki bunu deneyen. Zaman içinde kim ıslanmadan karşıya geçebilecek, kim başaramayacak anlar hale geldim. Aslında geçtikten sonra bir daha dönüp geriye bakmayacaklarını bal gibi biliyorum, yanlış bir planlama sonucunda çamurlu suya basmadılarsa tabii! O grubun da pek dostane olduğunu söyleyemem. Önce ayakkabılarına, kıyafetlerine, sonra da sanki olanlar benim suçummuş gibi nefretle bana bakarlar.
Başkaları da gelir geçer bu duvarın dibinden. Evsizler geceleri yanı başımda ateş yakar, uykuya dalarlar. Gündüzleriyse ekmek derdine ayrılırlar yanımdan. Bazen karanlık bastırdığında, aceleyle içeri giren bir sarhoş, keyifle bana nişan alarak bulunduğum suya işer. Taş yerinde ağırdır derler ama o zamanlarda başka yerde olmayı o kadar isterim ki ! Bütün bunlara da alıştım artık. Yukardayken sınırlarımı bilmiyordum, şimdi biliyorum ve anladım ki gerçekten çok dayanıklıyım.
Duvardaki arkadaşlarım, “Gördünüz mü mimarın kıymetlisini, o en değerli parçayı, şimdi yüzüne işiyorlar onun” der gibi, acıyarak, küçümseyerek bakarlar. Burnumu düşürmeden alaycı karşılık veririm onlara, “Sizin asla göremeyeceğiniz ama hep öykündüğünüz o en tepeyi de gördüm, en dibi de. Siz zavallılar sıkışmış kalmışınız küçük dünyanızda. Dikkat edin de yanıma yuvarlanmayın, sonunuz benimkinden de kötü olur sonra maazallah !”
Yalan olmasın, mutlu olduğum zamanlar da var burada. Arada sırada müzisyenler gelir bu hana. Bana yakın olan duvarın dibinde tamamen içlerinden geldiği gibi müzik yaparlar. O zaman kendimi yine göklere yakın, olmam gereken yerde hayal ederim. Sanki bir kuş, zeytin dalı gibi beni kolayca kaldırır, yerleştirir hanın eksik duvarına, ikimizi de tamamlar. O anda ne etrafımdaki çamur, ne değersizlik hissi, ne de sidik kokusu. Hepsi bir bir silinir. İçime çekerim çalan müziği, beni dualarla duvara yerleştiren mimarın o gururlu yüzü rüyamda beliriverir. Sevinçten, çamurlu suyu bile ışıtacak gibi olurum.
Sonra müzik biter, müzisyenler gider. Çok eskiden bu handa kalmış o şairi duyar, hüzünlenirim :
“Bir tel kopar, âhenk ebediyyen kesilir” (*)
(*) Yahya Kemal