şeytan deli muz

Mor Muz

Şehir üşüyor. Oda soğuk. Yorgan küçük. Ben de küçüğüm. Pencereyi kapıyorum. Karanlık yatağın içine sızarak yorganın altında kaybolma zamanı. Ayaklarım hep daha çok üşür. Yine öyleler. Isınmaları için yorgana sıkı sıkı sarıyorum. O zaman da terliyorlar, ama soğuk soğuk. Yatağıma sakladığım en sevdiğim oyuncaklarıma değiyorlar. Onlar da üşümüşler…Dertop olmuş, nefesimle ısınmaya çalışıyorum. Soğuk girdiğim yatağın yavaş yavaş ısınması… Beslenme çantamdan muz çıkması… İşte beni en çok mutlu eden iki şey! Bir de en iyi arkadaşım Mehmet Ali’yle oynamak! Bugün beslenmemden muz çıkmadı ama yatak ısınır… Mehmet Ali’yi ise nasıl olsa yarın okulda görürüm.

Mehmet Ali’nin bir sürü oyuncağı var. Benim de var. İkimiz hemen her gün okul çıkışı genelde onun evinde saatlerce oynuyoruz. Babam bir keresinde evde çocuklara dayanamadığını Mehmet Ali’nin de  duyacağı şekilde anneme sesli sesli söylemişti. Çok utanmıştım. Bu yüzden artık daha çok ona gidiyoruz. Mahallede futbol oynayan yaşıtlarımız hiç ilgimizi çekmiyor. Evde oynamayı seviyoruz. Annesi Şirin teyze, ben seviyorum diye bize hep patates kızartması yapıyor. Babası Memduh Amca işten döndüğünde beni görünce başımı okşuyor, “Nasılsın yakışıklı?” diye soruyor. Ben biraz utangaç, başımı öne eğerek cevap verip yanından kaçıyorum, “İyiyim…”

Babası, Mehmet Ali’ye bazen oyuncak alıyor. Bizimki havalara uçuyor, hemen yanıma geliyor beraber bir heves açıyoruz paketini. Kimi zaman bir uçak, kimi zaman bir tren ya da araba. Her ne olursa olsun önce benim oynamama izin veriyor.

Memduh Amca halimize gülüyor, gidip mutfakta bir şeyler hazırlayan Şirin Teyze’ye sessizce yaklaşıp sevgiyle sarılıyor. “Ayy Memduh! Bak az daha elimi kesiyordum senin yüzünden!”

Tartışacaklar diye kaygılanıyorum. Ama gözlerinin içi gülüyor. Kızmamış. Bu evdeki mutluluk hali beni de mutlu ediyor. Yine de mutluluğun bir parçası gibi hissedemiyorum. Keşke diyorum bizimkiler de böyle olsa. İster istemez kıskanıyorum bu durumu. Mehmet Ali’de olan bende olmayan ne varsa kıskanıyorum. Babasının aldığı kırmızı trenini, okulda benden daha başarılı olmasını, ailesini, her şeyi… Uzun sürmüyor, geçiyor bu kıskançlık en sevdiğim arkadaşım o benim! Hem çok kitap okuyor. Sonra okuduklarını bana da anlatıyor. Ben onun kadar okumuyorum. En son bir kitapta şeytanla anlaşma yapan birinden bahsetti. Şeytan ne tam bilmiyorum. Kötülükleri yöneten bir adam olsa gerek. Aklım almıyor. Hem bu kadar kötülük olmasını, hem de onu yöneten ayrıca birisinin olmasını.

Babam eskiden böyle değildi. Bana uyumadan önce hikayeler anlatırdı.  Anneme karşı da sevgi doluydu. Sonra neden böyle oldu? Ne onu bu kadar değiştirdi? Belki ben bir şey yaptım, belki istediği gibi bir evlat olamadım. O yüzden her şeye öfkeli. Mehmet Ali gibi zeki, başarılı olsam bizimkiler de kavga etmez belki. Babam bu kadar sinirli olmaz, anneme sürekli bağırmaz. Ama olamıyorum.

Yatak ısınmaya başlıyor. Bunalınca yorganı hafif aralayıp o aralıktan ağzımla nefes alıyor, sonra yine tamamen örtünüyorum. Yatağım sanki bir uzay gemisi yorganımsa onun koruma kalkanı. Ev denen bu küçük ama sevimli galaksideki barışı sağlamak üzere yola çıkmışım. Bunu ancak ben yapabilirmişim. Böyle hissediyorum. Galaksinin lideriyle görüşüp neden böyle kötüleştiğini, neden bu kadar değiştiğini soracağım. Üstün güçlerimle onu iyileştireceğim. Çünkü biliyorum aslında onun içinde derinlerde bir yerde iyilik var. Sonra aklıma geliyor. Mehmet Ali’nin kitabındaki kötülükleri yöneten adam yoksa babamı da mı yönetiyor? Keşke onu bulabilsem ve konuşsam. Babamın ruhunu serbest bırakmasını istesem.

Gözlerimi usulca kapıyorum. Evin salonundan gelen bağırtılar artık daha az belirgin. Ben de sığınağımda daha huzurluyum.

Ellerimi açıp dua etmeye başlıyorum. “Tanrım tüm sevdiklerimi koru, babamı iyileştir. Eskisi gibi olalım. Ben daha başarılı, daha iyi bir çocuk olacağım söz veriyorum. Benim yüzümden artık kavga etmesinler. Gözlerimi açtığımda her şey düzelmiş olsun. Bana yardım et. Onu, kötülükleri yöneten adamdan kurtarayım. Babamı iyileştir…”

Uykuya dalmam çok uzun sürmüyor.

Rüyamda yemyeşil bir yerdeyim. Üzerimde pijamalarım var, ayaklarım çıplak. Kırmızı bir tren görüyorum. Yaklaşıyorum ona. Aynı Mehmet Ali’nin kırmızı treni. Ama büyüğü. O oyuncağı ilk gördüğümde ne kadar çok kıskandığım aklıma geliyor… Trenin vagonları boş. Etrafta kimsecikler yok. Bu trene binersem kötülüklerin efendisine ulaşacağımı içten içe biliyorum. Tam binmeye yeltenmişken hareket ediyor. Ben peşinden koşuyorum. Ayaklarım acıyor. O hızlanıyor, ben de hızlanıyorum. Son bir hamleyle trenin arkasına asılarak en sondaki vagona oturuyorum. Yemyeşil bir ormanı yara yara dağın tepesine doğru tırmanıyoruz. Yağmur, yanları açık vagonda beni ıslatıyor. Ayağım trenin çelik zemininde üşüyor. Treni çabalayarak yakalamamı istediği için bu kötü adama biraz saygı duyuyorum. Öyle ya hiçbir şey çaba göstermeden elde edilmemeli. Böyle der büyükler.

Artık onunla ne konuşacağımı düşünmem gerekiyor. Korkmamalıyım ondan. Tüm bu yaptıklarının hesabını sormalıyım. Babamla olan anlaşmasını iptal etmesini isteyeceğim. Neden benim babamı aldı da Mehmet Ali’ninkini almadı bana açıklaması gerekiyor. Dokuz yaşında olabilirim ama bu cevapları duymayı hak ediyorum bence! Acaba bu adam neye benziyor? Treni kırmızı olduğuna göre  kırmızıyı seviyor olmalı. Bakışları delip geçiyor, gülüşüyle herkesi kandırabiliyor, aynı zamanda ürkütüyor olmalı. Başka türlü babamı nasıl kandırabilirdi ki? Tren usul usul telaşsız yol almaya devam ediyor. Bu kadar kötü bir adamın bu kadar güzel bir yerde yaşamasını aklım almıyor. O kitaptakinden farklı bir durum var sanki. Yol aldıkça iklim sürekli değişiyor. Güneş açıyor ardından dolu yağıyor. Sonra yine yağmur…

Sonunda tren yavaşlayarak duruyor. Yapayalnızım, ama korkmuyorum. Sadece ormanın derinliklerine giden patika bir yol görüyorum. Patikanın sağında solunda her yerde muz ağaçları var. Ama rengarenk muzlar. Sarı, mavi, yeşil, mor ve hiç bilmediğim renkler. Burası büyüklerin cennet dediği yer mi yoksa? Her birinden birer tane koparıp tada tada yürümeye devam ediyorum… Keşke buraya hep gelebilsem diye aklımdan geçiriyorum. Ya da bu ağaçlardan bir tane bizim apartmanın bahçeşine dikebilsem. Her gün beslenme çantamdan muz çıkması ne harika olurdu! Birden bir kapı beliriyor. Kapıyı tanıyorum. Evimizin kapısı. Bir elimde henüz tadamadığım mor bir muz, kapıyı çalacakken kapı kendiliğinden açılıyor.

İçeri giriyorum. Salondaki yemek masasında dönen bir sandalyede oturmuş sırtı dönük bir adam var. Saçları rengarenk, darmadağınık görünüyor, şefkatli bir tonla söze giriyor,

“Hoş geldin ufaklık, beni görmek istemişin. Benim kim olduğumu biliyor musun?”

“Siz kötülüklerin efendisi, babamın ruhunu hapseden adamsınız”, diyerek, öfkeyle yanıtlıyorum.

“Öyle demeyelim, öyle olmadığını göreceksin. Muzları sevdin mi?”

“Evet, çok güzeller. Teşekkür ederim.”

“Beni ziyaret edenlere hep en sevdikleri, reddemeyecekleri şeylerden sunarım. Konukseverliğim meşhurdur. ”

“Lütfen babamı serbest bırakın!”

“Baban benim tutsağım değil evlat. Aslında kimse değil. İnsanlar böyledir. Zamanla anlayacaksın”

“Nasıllar?”

“Kendileri her türlü kötülüğü yaparlar, sonra onu bir şeytan yüzünden yaptıklarını söylerler. Ona uyduklarını falan işte anla… Kimi kıskançlıktan, kimi hırstan, kimi açgözlülükten kimi de yok yere yapar bunu. Yaptığıyla da yüzleşmez, yüzleşemez çoğu zaman. Ben onların uydurdukları bir şeyim aslında. Tüm bu yaptıklarını aklamaları için bana ihtiyaçları var. Hepsi bu.”

“Yani sizin hiç payınız yok mu? Ama Mehmet Ali dedi ki kitapta…

“Ah! O kitap başıma ne dertler açtı! Ruhunu satmak isteyenler mi dersin, kurtarmak isteyenler mi? Çok sıkıldım bu durumdan. Böyle bir şey yok diyorum kimseyi inandıramıyorum.”

“Peki benim babam neden böyle, Mehmet Ali’ninki neden daha sevgi dolu?”

“Bunda senin bir suçun yok. Aslında bunu merak ediyorsun değil mi? Tüm bu olanlar senin suçun diye kendini üzüyorsun. Buraya geliş amacın da bunu anlamak.”

“Şey… Evet… Aklıma başka bir şey gelmiyor.”

“Bak evlat, herkesin içinde benim gibi bir efendi vardır. O efendi de gerçekte kişinin ta kendisidir. Hatta senin bile içinde benden bir parça var. Unutma içinde olmayan hiçbir şey dışardan yönetilemez.”

“Benim içimde yoksun sen. Beni korkutmaya çalışıyorsun. Korkmuyorum senden! Babamı kurtaracağım!”

Koltuk yavaşça bana doğru dönüyor. Karşımda bambaşka bir ben varım. Saçlarım yediğim muzlar gibi rengarenk. Hangisinden çok yemişsem o renk daha fazla. Pijamam kıpkırmızı. Korkuyorum, şaşırıyorum…

“Şimdi anlıyor musun ne demek istediğimi? Baban ancak kendi isterse kurtulabilir efendisinden. Senin yapabileceğin hiçbir şey yok. Önce senin yaptığın gibi içindekiyle yüzleşmeli.”

“Ben buraya kendim için gelmedim. Babam için geldim!”

“Öyle mi dersin? Birazdan uyanacaksın, o zaman neden geldiğini anlayacaksın. Ama önce yatağına dönmen için elindeki son muzu yemelisin. Sabah olmak üzere, acele et”

Birden kendimi evin dışında buluyorum. Çaresiz, muzu yiyorum.

Ayağıma değen oyuncağın yere çakılma sesiyle uyanıyorum. Mehmet Ali’nin kırmızı trenini halının üstünde görüyorum. Utanıyorum. Onu kıskandığım bir gün trenini çalmıştım. Mehmet Ali trenini kaybettiği için çok üzülmüştü. O üzüldü diye ben de üzülmüştüm ama söyleyememiştim. Çaldığımdan beri trenle bir kere bile oynayamıyorum. Hep suçluluk duyuyorum.

Babam içerden biraz sinirli sesleniyor, “Ömer hadi oğlum okul zamanı. Kalk artık.” Bugün de babamla ilgili hiçbir şeyi değiştiremeyeceğimi anlıyorum. Yine de kendim için değiştireceğim. Mehmet Ali’nin trenini yanıma alıyorum, okuldan sonra ona gittiğimizde çaktırmadan oyuncaklarının arasına katmayı planlıyorum.

Babam beni okula bırakıyor, beslenme çantamı bugün o hazırlamış, öyle söylüyor. Öğlen çantamı açtığımda morarmış bir muz görüyorum. Yüzüm ışıyor. Babam eve gelmediğinde hep hastalanırım. Eğer muz da yemiyorsam benim çok hasta olduğumu anlarlar, babama haber verirler. Yine hep evde olsun istiyorum ama böyle değil, geçmişteki sevgi dolu babam olarak. Babam benim muz sevdiğimi unutmamış diye, onunla ilgili hala bir umut var diye seviniyorum…

Bir süre beslenme çantasına öylece bakıyorum. Mehmet Ali beni öyle görünce soruyor,

“Ömer ne oldu, neyin var?”

“Bir şey yok”, diyorum, cebimdeki elimle treni sımsıkı tutarak. Sonra çıkarıyorum onu ve Mehmet Ali’nin önüne bırakıyorum. Önce çok seviniyor ve şaşırıyor. Sonra anlıyor aslında ne olduğunu, yüzü düşüyor. Bana bakıyor, ben utançla yere bakıyorum.

Treni benim önüme geri koyuyor, göz göze geliyoruz, hiçbir şey söylemiyor sadece gülümsüyor. Mehmet Ali’ye sarılmak istiyorum. O benim en iyi, en sevdiğim arkadaşım!

Ağzımdan şu sözcükler dökülüyor,

“Muzumdan ister misin?”

 

 

Site Footer

Sliding Sidebar