Patika - Deli Abdal

Patika

Belkim bir kertenkeleydim, piç edilmiş bir yağmurun serini”

Can Yücel

Tozu dumana katarak tam gaz zirveye doğru yol alıyorum. Koordinatları girdiğim navigasyon cihazı çoktan devre dışı kaldı. Torpidoda bulundurduğum eski bir haritadan ara sıra rotamı kontrol ediyorum. İşaretlediğim noktaya az kalmış olmalı, yol bitiyor gibi. İlerde yer yer paslanmış bir levha var. Epeyce yaklaşınca üzerindeki soluk yazıyı güçlükle okuyabiliyorum, “Araç giremez”. Ani bir frenle arabayı durduruyorum. Her yeri sapsarı bir toz bulutu kaplıyor. Silecekler son hız çalışsa da görüşüm hala bulanık. Yeterli su kalmadığından camdaki toz, çamura dönüşüyor. Omuzlarımı, “Ne yapayım yani?” der gibi yukarı doğru kaldırıp indiriyorum. Gerçekten de şu an zirveye ulaşmak dışında hiçbir şey umurumda değil.

Motoru susturuyorum. Çenem direksiyondaki ellerimin üzerinde, çamurlu camın ardındaki patikayı merak ediyorum. Ormanın içinde, ona teslim olmuş gibi kıvrılarak usulca kayboluyor. Kim bilir ne kadar uzun? İstediğim yere ulaşıyor mu? Kestiremiyorum. “Bilinmeze ancak bilinmez bir yoldan ulaşılabilir”, diye içimden geçiriyorum. Derin bu düşüncelerimi duysa, “İçinde keşfedilmemiş bir filozof yaşıyor, nereden ne çıkaracağın belli olmuyor!” der, üstüne bir de kahkaha patlatır.

Bugün onun en sevdiği takım elbisemi giydim. Ancak uzun, çetrefilli dağ yolu üstümü başımı biraz dağıtmış olmalı. Aylar sonra bu halde karşılarına çıkamam. Kendime çeki düzen verme zamanı. Dikiz aynasında seyrelmiş saçlarımı geriye doğru tarıyorum. Kravatımı düzeltirken, doğum günümde bana verdiği yeşil kol düğmeleri sanki daha da çarpıcı görünüyor. Her zaman hediyeleri yerine, içine yazdığı notları daha çok merak etmişimdir. Bu defa üzerinde dudaklarının izi olan küçücük bir kağıda şöyle yazmıştı:  “Gözlerimi ve onların hep üzerinde olduğunu unutmaman için!”

Öperken kağıtta bıraktığı kırmızı izi, çilekli rujla yaptığını düşünerek koklamıştım. Bu hareketim onu çok güldürmüş, “Koklamayacaksın akıllım, tadacaksın!” diyerek dudağıma hatırı sayılır bir öpücük kondurmuştu. O dolgun dudakları ne çok özledim.

Ceketimi, elbise askısından alıp arabadan iniyorum. Giyer giymez iki yakasından aşağı çekerek üzerime iyice oturtuyorum. Artık iyi göründüğümden eminim. Kapıyı kapatırken aynanın yanına tutturulmuş mutlu aile fotoğrafına takılıp kalıyorum. Anne ve baba gururla, önlerinde duran çocuğun omuzuna ellerini koymuşlar. Çocuğun bir elinde basketbol topu, boynunda ise bir madalya var. Madalyada, “En değerli oyuncu – Yamaç Vurgun” yazıyor. O günü hatırlayıp gülümsüyorum. Fotoğrafı alıp ceketimin sol iç cebine yerleştiriyorum.

Kapıdan çıkan tok ses kuşların ürkerek havalanmalarına neden oluyor. Harita elimde, aracı olduğu gibi bırakarak yürümeye başlıyorum. Motoru durdurduğumda silecekler çamurun içinde yarı yolda kalmış. Camın bu hali sanki benim hayatımın da bir yansıması. Onun daha çok suya ihtiyacı var, benimse zamana. İkimiz de ya gözümüzün önündekileri göremiyoruz ya da gördüğümüzle yetiniyoruz.

Derin ile tartışmalarımız aklıma geliyor. Gece gündüz çalışarak onları sık sık ihmal edişim, yaşayabileceğimiz bir sürü anıyı ıskalayışım… Planlayıp da gidemediğimiz yolculuklar… Yarattığım her hayal kırıklığının sonunda bir kucak dolusu papatyayla gönlünü alışlarım…

O hala benim işkolik olduğuma inanıyor ama değiştim. Kavuştuğumuzda onlar da bunu anlayacaklar. Yeniden küçük bir dünya kurup, mutlu anılar biriktirebilen bir aile olacağız. Patika sona erdiğinde o gözlerde durabilecek, oğlumun sesini duyabilecek olmanın heyecanını tüm hücrelerimde hissediyorum.

Büyük şehrin koşuşturmacasını hala üzerinde taşıyan bedenim, sanki bir yerlere yetişmek derdiyle sürekli hızlanan adımlar atıyor. Bir saat kadar hiçbir şey düşünmeden sadece yolu tüketmek için yürüyorum.

Henüz akşam inmemiş, dalların gölgeleri yer yer yüzüme vuruyor. Hız kesmeden bir kaplumbağanın yanından geçip gidiyorum. Benim tam tersime kendi halinde sakin sakin yürüyor. Aklıma Yamaç’ın bir gece aniden ölen su kaplumbağaları ve üçümüzün hüngür hüngür ağlayışı geliyor. Belki de bu yüzden geri dönüp ağır kanlı dostumla biraz zaman geçirmek istiyorum.

Yaşını üzerindeki bölmelerden çıkarmaya çalışıyorum. Her şeyi çözmüş gibi bir hali var. İhtiyar, bilge bir kaplumbağa olduğunu hayal etmek nedense hoşuma gidiyor.

Yanında diz çöküyorum, kabuğuna çekiliyor. Biraz alaycı soruyorum, “Tanrı misafiri kabul eder misin üstad? Zirveye daha çok var mı? Kaç kaplumbağa saati yürümeliyim?”

Çok geçmeden kafasını çıkararak bana doğru uzatıyor. Sanki, “Gideceğin yere eninde sonunda varacağını biliyorsan, bu kadar acele niye?” der gibi bakıyor. Haklı olabilir. Bekleyenlerim nasılsa bugün geleceğimi bilmiyorlar, o kadar da acele etmeme gerek yok. Bir süre hızına ayak uydurarak zamanı onun gibi yaşamak istiyorum ama ne mümkün? Ne yaparsam yapayım bir türlü o kadar yavaşlayamıyorum. İşin garip tarafı sonrasında da eskisi kadar hızlanamıyorum.

Derin bana hep, “Sarp, çocukla çocuk oluyorsun.” der. Şu halimi görse sanıyorum kaplumbağa ile kurduğum ilişkiyi de aynı şekilde ifade ederdi.

Yürüme ritmim düşünce bulunduğum yerin daha çok farkına varıyorum. Plazalarda

doğadan kopuk yaşadığım onca yılın ardından, doğanın tam ortasında hanidir hissetmediğim tuhaf bir aidiyet duygusu içindeyim. Belki bir ağacın düşmek üzere olan sararmış yaprağı, belki de bir yılanın kurumuş otların arasına bırakırken çok zor vazgeçtiği derisiyim. Her ne isem bilmiyorum ama sanıyorum artık buranın bir parçasıyım. Bu duygu bana iyi geliyor, rahatlıyorum.

Haritaya bakıyorum, aşağı yukarı iki saat sonra yani güneş tam batarken zirveye ulaşacak gibiyim.

Türünü bilmediğim heybetli bir ağaç beni kendine doğru çekiyor. Keşke ağaçları daha iyi tanısaydım. Son puromu yakarak toprağa oturuyor, sırtımı gövdesinin kovuğuna emanet ediyorum. Yaslandıkça ağaç beni daha da sarıyor.

Huzurla gözlerimi kapatıyorum, karım ve oğlumun görüntüsü beliriyor… Yamaç’ın sırtında spor çantası, Derin’in ise elinde küçük bir bavul var. Üç günlük bir basketbol turnuvasına gidiyorlar. Kapıdan çıkmak üzereyken gözlerini devirip yine sitem dolu,

“Sarp, sen de gelebilseydin keşke. Neler kaçırdığının hiç farkında değilsin. Bu güzel günleri hep beraber yaşamalıyız.”

“Ben de üzülüyorum sizinle olamadığıma ama projeme yoğunlaşmak zorundayım. Hem zaten bizim için bu kadar çok çalışıyorum biliyorsun. Yoksa biletim de hazırdı, diğer sefere artık…”

“Diğer sefer hiç olmuyor ama… Yıllardır aynı şeyleri yaşıyoruz. Belki de hiç olmayacak bu gidişle!”

Elimi saçlarında şefkatle gezdirerek yemyeşil gözlerine bakıyorum,

“Sana söz, işler hafifler hafiflemez hepsinin acısını çıkaracağız. Bu bileti hep cebimde saklayacağım ki sana verdiğim bu sözü hiç unutmayayım!”

Yumuşuyor. Sözlerime gönülsüzce inanıyor. O sırada Yamaç bana sarılıyor,

Baba yine en iyi oyuncu ben olacağım. İddiaya var mısın? Sana madalyamın fotoğraflarını atarız.”

“Aslan oğlum tabii ki olursun. Olamazsan bile üzülme, sen elinden geleni yap yeter. Şut atarken kolunu uzatıp, bileğini düşürmeyi unutma!”

İkisi de bu tavsiyeme gülüyor,

“Ah Sarp yaa… O artık senin basketbol öğrettiğin yedi yaşındaki küçük Yamaç değil. Nasıl şut atacağını gayet iyi biliyor.”

“Öyle mi? Döndüğünde teke tek oynar ifadesini alırım. Bakalım kim ne kadar biliyormuş görürüz!”

Kapıdan gülerek çıkıyorlar. Ben ise masaya oturup projeme gömülüyorum.

Paçamda bir kıpırtı ile ürpererek gözümü açıyorum. Kuyruksuz bir kertenkele pantolonumdan yukarı doğru yürüyor.. Hareketleri o kadar doğal ki şaşılacak şey. Anlaşılan, beni ağacın bir parçası olarak görüyor. Onu dikkatle izlerken kuyruğunu nasıl kaybettiğini merak ediyorum. Daha ben sormadan sanki cevabını duyabiliyorum,

“Her şeye aynı anda sahip olamazsın. Bazen seçim yaparak bir şeyleri feda etmen gerekir. Gövdenin nerede başlayıp nerede bittiğini biliyorsan, kaybettiğin kuyruk çok da önemli değildir. Önemli olan gövdendir.”

“Ya kuyruğumu da çok seviyorsam?”

“O zaman gövdeni kaybetmeye de hazır olmalısın. Böyle bir durumda artık sen de kaybolursun. Bunu göze alabilir misin?”

Omuzumdayken son kez bana bakarak ağacın gövdesine tırmanmaya başlıyor. Kovuğun içinde gövdemin usul usul yok olduğunu hissediyorum. Hemen silkelenip ayağa kalkıyorum. Ağaca sarılıp onunla vedalaşıyorum. Puromdan bir nefes almaya çalışıyorum ama çoktan sönmüş.

Patikayı adımlarken kertenkeleyi, bana söylediklerini ya da duyduğumu sandığım şeyleri düşünüyorum. “Tabii ya, nasıl düşünemedim? Yüksek oksijen bana hayal gördürüyor, duygusallaştırıyor.”, desem de hayatım boyunca yaptığım seçimler ve vazgeçtiklerim aklımı kurcalıyor. Tüm bu hatalarla şimdi bir bir yüzleşiyorum. Bu duyguyla başa çıkabilecek miyim?

Artık biliyorum ki bunun tek yolu gövdeme yeniden kavuşmak! Az kaldı. Patikanın sonu görünüyor.

Kendimden emin adımlarla beni bekledikleri yere doğru yürüyorum. İşte zirvedeyim!

Gözlerim onları arıyor ama burada sadece kayalar, otlar ve uçurum çiçekleri var. Yine de varlıklarını seziyorum. Dile kolay üç aydır beni görmüyorlar, biraz şakalaşmak istiyor olabilirler. Gülümseyerek sesleniyorum, “Derin, Yamaç neredesiniz!” . Sesimin yankısına cevap veren yok… Olsun,  kavuşacağımızı er geç bana görüneceklerini biliyorum.

Dağın yamacındaki bir kayaya oturarak ayakkabılarımı çıkarıyorum. Çoraplarımı özenle içine yerleştirerek kayanın dibindeki kurumuş otların yanına bırakıyorum. O sırada papatyalar gözüme çarpıyor.

Kendime kızarak, “Nasıl da unuttum!”, diyorum, “Papatyasız kavuşma mı olur?”

Topladıklarımdan koca bir demet yaparak saplarını otla tutturuyorum. Bu dağın çiçekleri şimdiye kadar ona verdiklerimden çok daha canlılar, Derin çok mutlu olacak!

Çıplak ayakla ağır ağır yürümeye devam ediyorum. Ayağıma batan çalı çırpı bana yaşadığımı, yaşamın ne güzel bir şey olduğunu üç aydır hissedemediğim kadar çok hissettiriyor.

Ama kuyruğunu feda etmekten korkan bir kertenkele gövdesiz ne kadar yaşayabilir ki?

Şimdi dağın yamacında, uçurumun kıyısındayım. Güneş batmak üzere… Sarp kayalıklar bıçak gibi keskin, kararlı görünüyor. Önümde sonsuz bir boşluk var, gökyüzü ise alabildiğine mavi…

Cebimdeki fotoğrafı yokluyorum. Uçak biletiyle beraber elime geliyor. O uçakta olmadığım için her gün taşıdığım suçluluğu bu defa daha da güçlü duyuyorum. Turnuvaya gidebilseydi oğlumun madalyasıyla nasıl gülümseyeceğini hayal ediyorum.

Hiç beklemediğim bir anda yağmur çiselemeye başlıyor. Kollarımı iki yana açarak yüzümü gökyüzüne çeviriyorum. Gözyaşlarım yağmura karışırken, elimdeki papatyalar sanki beni avutmak için boyunlarını bana doğru eğiyor. Fotoğraftaki gülüşler yavaş yavaş soluyor…

Uçurumun dibindeki metal yığını çoktan kaldırılmış olmalı. Son kez kol düğmelerine bakıyorum. O gözlerde sonsuza dek durabilmek için bir adım daha atıyorum.

emektar-bir-emekçinin-ölümü-hikaye

Bir Emekçinin Ölümü

denge deli abdal kısa hikaye

Denge

vida deli abdal

Vida

Site Footer

Sliding Sidebar