Günün erken saatleri olmasına rağmen Nişantaşı yine kalabalık. Çoğu işe yetişmeye çalışan vakti kıt insanlardan oluşan bu telaşlı topluluk, sonrasında yerini daha fazla zamanı olanlara bırakacak. Saatime bakıyorum, sekiz buçuk. Hemen her öğlen uğradığım, benim için artık alışkanlık haline gelmiş kafeye, bu defa sert bir sabah kahvesi içmek için yaklaşıyorum.
Mekanın önündeki masalardan birinde, entelektüel görünümlü, altmışlarında birisi oturuyor. Genelde öğlenleri gördüğüm bu adamın, sabahın köründe burada olması beni şaşırtıyor. İçimden, ‘demek tüm gününü burada geçiriyor’ diyorum. Yine yıpranmış bir postal, haki pantolon ve siyah yelek giymiş. Aylardır yalnızca değişen, farklı tonlardaki yeşil gömlekleri. Tek yıldızlı şapkası masada, ağzına kadar dolmuş kül tablasının ve çay fincanının yanında duruyor. Bir elinde ölmeye yüz tutmuş kısa Camel, diğerinde ise dikkatle okuduğu az satan bir günlük gazete var. Bıyıkları üst dudağını tamamen kapatıyor kapatmasına ama hiç de bakımsız görünmüyor. Sadece bir kısmı tütünden sararmış. Yakın gözlüğü, uzun burnunun üzerinde idareten duruyor gibi. Bu eski tüfek için sanıyorum burası tam zamanlı bir memuriyet. Yine de devrim için çıktığı yolun kafede sonlanması onu pek üzmüşe benzemiyor.
İyice yaklaşıyorum. Giriş kapısının diğer tarafındaki masanın yanında, ayakta sigara içen bir grup var. Aralarından birisi telefonda konuşuyor, “Sat dedim ya sana, neden satmadın zamanında ? Yine de o kadar geç değil.” Diğerleri arada esen Kasım rüzgarıyla üşümemek için bir ellerinde sigara, diğerinde kahve oldukları yerde ağır ağır salınıyorlar. Gözleri yolun karşısındaki bankada. Sigaralarını hemen bitirmek ister gibi bir halleri var, daha öncekinin dumanını üflemeden, yeni bir nefes çekiyorlar. Yanlarına yamalı, eski püskü hırkasıyla bir ihtiyar geliyor, torbasından üç tane BIC tükenmez kalem çıkararak soruyor, “Kalem var, üçü bir lira almaz mısınız ?” Bazıları ona yokmuş gibi davranırken, bir iki kişi muhabbetlerini kesmeden kafalarını iki yana sallıyorlar. İhtiyar satıcı bu defa, gazete okuyan adamın masasına elindeki kalemleri sessizce bırakıyor. Hiçbir tepki alamayınca çaresiz geri topluyor. Yandaki dükkanın önünü mesken tutmuş çingene kadına doğru yavaş adımlarla ilerliyor.
Kadın, belli ki herkesten erken gelip çiçekleri kaldırıma dizmiş. En ön tarafa da yeni çıkan sarı kasımpatılarını koymuş. Kaldırımın diğer tarafında bir sokak köpeği hiçbir şey umursamadan uyuyor. Bu köpeği şimdiye dek hiç uyanık görmediğimi o vakit ayrımsıyorum. Çiçekçi, yanından geçen kalemciye bir şeyler söylüyor, adam biraz duraksıyor, selam vererek yoluna devam ediyor. Ayaktaki gruptan sigarasını söndüren ilk kişi, “Hadi arkadaşlar, vakit tamam.” deyince, diğerleri de son bir nefes çekerek toparlanıyorlar.
O sırada aralarından geçerek kafeden içeri giriyorum. Sağlı sollu masalarda tek tük müşteriler var. Kimisi telefonuyla ilgileniyor, kimisi bilgisayarını getirmiş burayı ofis gibi kullanıyor. Çift kişilik koltuğun rahatlığına teslim olmuş bir kadın, gözleri uzaklara dalmış iki eliyle sarıldığı kahvesini yudumluyor. Henüz tam uyanamamış gibi görünüyor. O anda aklından neler geçtiğini bir saniyeliğine merak ediyorum. Servis yapan baristalar her zamanki gibi siyah giymişler, ellerinden geldiğince hızlı hareket ediyorlar. Bir kısmı da arka bahçedeki masaları düzenliyor, yerleri süpürüyor. Bahçeye açılan kapı kapalı olmasına rağmen dışardan gelen hafif kedi çişi kokusu burnuma çalınıyor.
Artık kuyruktayım. Gözüm reklamı yapılan ‘Bir alana, bir bedava’ kampanyasına takılıyor. Önümdeki üç kişiden ikisi bankoda duran bir pos cihazından canhıraş kampanya kodu almaya çalışıyorlar ama bir türlü beceremiyorlar. Onların hemen arkasındaki taytlı kadının saçından yayılan şampuan kokusu, kahve kokusuna karışıyor. Saçları henüz tam kurumamış görünüyor. Etraftaki sayısız stüdyoyu düşününce, Yoga ya da Pilates yapmış olabileceğine kanaat getiriyorum. Elinde, plastik kapta bir meyve salatası, sabırla sıranın kendisine gelmesini bekliyor. Önündekilerin sırayı bloke etmelerine hiç ses çıkarmıyor. “Yoga olmalı…”, diyorum, “etraftan bu kadar soyutlanabildiğine göre…” Neyse ki beklediğine değiyor. Son damlasına kadar hak edilmiş bir detoks çayıyla, sağlıklı başladığı günü aynı çizgide devam ettiriyor.
Nihayet sıra bana geldiğinde, artık gide gele tanış olduğum barista,
“Günaydın hoş geldiniz, sade filtre kahve, orta, karton ?” diyor, kendinden emin gülümseyerek. Bu tavır bana oradakilerden daha farklı ve güvende hissettiriyor. İnsanın müdavim olması ne güzel şey diye düşünüyorum.
“Günaydın ! Bu defa küçük olsun, biraz acelem var. Çok teşekkürler.”
Sokakta elimde içecekle yürümekten hoşlanmadığımdan, köşedeki masalardan birine oturup bu kopkoyu kahveyi hızla bitirip kafeden çıkıyorum. Biraz önce burada olan grup daha da kalabalıklaşmış, şimdi karşıdaki bankanın önünde sigara içerek bekleşiyorlar. Bu kadar çabuk sigara molası vermelerini yadırgıyorum. Caddenin iki yanındaki elektrik direklerine gerilmiş bir ipe asılı, gökyüzüne bakan dev bir Atatürk bayrağı rüzgarda hafif hafif dalgalanıyor. Gölgesi tam kafenin önüne düşüyor.
Daha birkaç adım atmadan siren çalmaya başlıyor. Olduğum yerde çakılıp kalıyorum. Gözlerim, ister istemez hareket eden her şeyi yakalıyor. Çiçekçi kadın ayağa kalkıyor. Sol elindeki kırmızı karanfil şalvarındaki desenlere karışıyor. Bankacılar bu defa sigaralarını son bir nefes çekmeden, anında atıyorlar. Kimi kollarını göğsünde kavuşturuyor, kimi yana düşürüyor. Caddede seyir halindeki araçlardan çoğu duruyorlar. Şoförleri asfalta inerek, açık kapıların yanında dümdüz ileri bakıyor. Sokak köpeği uyanmış, gözleri çingene kadında, dili dışarda, dimdik oturuyor.
Kimse kımıldamıyor, sanki herkesin yüzünde özlem duyan acılı bir ifade var, köpekte bile.
Pek umursamayanlar da var olup biteni. Göz ucuyla masadaki adama bakıyorum, hiç oralı değil. Suratında alaycı bir ifadeyle gazetesini okumaya devam ediyor. Yogacı kız elinde çayı, kendi dünyasında, kendi zamanında, usul usul yürümeye devam ederek uzaklaşıyor, gözden kayboluyor.
Siren sesinin sona ermesiyle birlikte, ‘duran’ herkeste tam bir görev tamamlanmış hissi hakim oluyor. Önce bankacılar içeri giriyor, sonra çiçekçi kadın taburesine otururarak elindeki çiçeği özenle saksıya yerleştiriyor. Şoförler seri bir şekilde araçlarına binip yollarına devam ediyorlar. Koşuşturma kaldığı yerden devam ediyor.
Bense bir süre daha karışık duygularla olduğum yerde hareketsiz kalıyorum.
Elbette biliyorum, hayatın akışına verdiğim bu bir dakikalık sembolik kesinti, hiçbir şeyi değiştirmiyor. Ama bana iyi hissettiriyor. Belki sadece, kısacık bir zaman dilimi için bile olsa, akışa karşı durmanın verdiği duygu beni mutlu ediyor.
Birden, hala dimdik duran köpekle göz göze geliyorum. İşte tam o anda anlıyorum, yalnız değilim !