Beş kardeş o güne dek birbirlerine hep destek olmuş, yere her zaman sağlam basmışlardı. Ta ki o elem verici olay, bir plaj voleybolu maçında en büyük ağabeyleri Babuş’un dünyasını başına yıkana kadar. Aslında maç normal seyrinde gidiyor, beş kardeş her zamanki gibi çok iyi performans gösteriyordu. Ancak ne olmuşsa olmuş ve çok yüksekten gelen bir topa smaç vurmak üzere zıplayan Volkan, bir anda kendini yerde bulmuştu. Anlaşılan sağ bacağında bir kas zedelenmişti ve ayak parmaklarını özellikle de en büyüğünü tam oynatamıyordu.
İşte Babuş o ayağın başparmağıydı ve bu olaydan sonra yaşadığı travmadan bir türlü çıkamamıştı.
Birkaç kez röntgen çekilmiş, Babuş’un durumunun ancak ameliyatla iyileşeceği anlaşılmış, ancak Volkan buna bir türlü yanaşmamıştı. Nihayetinde başparmağı diğerlerine göre biraz geride dursa da yürümesine engel teşkil etmiyordu ya. Arada ağrısı olursa da dinlenirdi geçerdi o kadar. Volkan’ın bu yaklaşımına bozulsa da çaresiz olanı biteni kabullendi Babuş… Ayaklar başa ne yapabilirdi ki? Tüm kararları veren Volkan’dı, alt tarafta kalanın canı çıksa da onu sekteye uğratmadıkça umurunda olmazdı.
Babuş, günler geçtikçe kendine olan güvenini daha da kaybederek işe yaramadığını hissediyor, deyim yerindeyse aile reisi olmanın sorumluluğunu kaldıramıyordu. Sağlıklıyken tüm ihtişamıyla kendini göstermekten hoşlanırken şimdi cılız bir ağacın arkasına saklanan koca kafalı masum bir çocuk gibiydi. Kendisinden fiziksel olarak daha kısa ve küçük olan kardeşlerinin arkasına gizlenmeye çalışsa da o kadar iriydi ki ne yaparsa yapsın tamamen görünmez olamıyordu. Yine de bu haliyle bile hep kardeşlerini düşünüyor, onları yüzüstü bırakmış gibi hissediyordu. Evet, yıllarca büyük ağabey olmanın yükünü hiç gocunmadan taşımış, kardeşlerinin de saygısını kazanmıştı kazanmasına ama yavaş yavaş bu saygının azaldığını seziyordu. Durumuna bakınca onlara biraz hak da veriyordu.
Bir zamanlar Volkan adım attığında yere en sağlam basan o iken şimdi neredeyse sahibini sendeletiyor, onun dengesini sağlaması içinse hiçbir şey yapmak istemiyordu. Sonuçta Volkan da onun için hiçbir şey yapmamış, gün be gün kötüye gitmesini izlemekle yetinmemiş miydi? Babuş’u üzen bir diğer şey ise gücünü kaybettikten sonra kardeşler arasındaki birliğin çatırdadığını görmesiydi. Ah şimdi eski sağlığında olsa her şeyi nasıl da yoluna koyardı. Yine birlik olurlar, yine yere sağlam basarlardı. Ama içten içe kendi de biliyordu ki o günler çok uzaktaydı.
Kardeşleri, özellikle de bir küçüğü olan Manuş, Babuş’un durumundan uzun zamandır şikayetçiydi. Babuş’a direkt olarak bir şey söyleyememiş, onu hep teselli etmeye çalışmıştı ama diğerlerine sızlanmaktan da geri kalmamıştı. Elbette ağabeyi Babuş, yıllarca vuran ayakkabılara kahramanca siper olarak onu korumuş üzerlerine binen ağırlığın çoğunu da yine cengaverce kendisi yüklenmişti, Manuş, ağabeyinin bu fedakarlıklarını asla inkar edemezdi…
Ancak şimdilerde ağabeyi neredeyse belini doğrultamaz hale gelmişti. Asla yıkılmaz diye baktığı ağabeyinin sümüklü bir çocuk gibi arkasına saklanıp sessiz sessiz ağlamasına dayanamıyor, kendi ruh hali de bozuluyordu. Babuş için ne onun, ne diğerlerinin ellerinden bir şey geliyordu. Ekibin doğal lideri hep Babuş olagelmişti ve onun liderliğine ihtiyaçları vardı. Hepsi bunun farkındaydı. Yine de beş kardeş birbirine benzemediği gibi karakterleri de benzemiyordu.
Manuş bir yandan ağabeyine üzülürken diğer yandan onun gölgesinde kalmaktan yorulmuş, ona göre zayıf görünse de kendisinin de aynı lider karakterini gösterebileceğini düşünür olmuştu. Ağabeyi yolundan çekilse ve onu lider ilan etse belki de herkes daha mutlu, rahat yaşardı. Zaten ortanca kardeşleri bu çözüme ikna etmeye bile gerek yoktu onlar pek bir şey sorgulamadan hemen yanına diziliverirlerdi. Biraz isyankar yapılı olan en küçük kardeş de belki tepki gösterirdi ama sonunda kabullenirdi elbet… Hem en küçüklerinin tek istediği bir kere olsun fikrinin sorulmasıydı. Manuş yıllardır onun bu zayıflığını görmüş, ona danışılırsa ya da danışılır gibi yapılırsa her şeyi kabul ettirebileceğini düşünür olmuştu.
Manuş başa geçtiğinde Babuş da artık emekliliğinin tadını çıkarır, fazla bir işin altına girmezdi. Kendine gore Manuş, yine aynı yükü taşıyacaktı ama bu defa taşıdığına değecek, kardeşleri üzerinde de söz sahibi olacaktı.
En küçük kardeş Tıpış ise yıllarca yok sayılmasının ezikliğini ağabeyinin bu durumuyla biraz olsun atmış daha neşeli günler geçiriyordu. İçinden, ‘Yaa gördün mü koca Babuş ne hale geldin. Ne oldum dememeli, ne olacağım demeli!’ diye geçiriyordu.
Bir karar alınırken kendisine asla danışılmazdı bile… Yıllardır gerekliliği sorgulanan, unutulan en küçük kardeş olmaktan bıkmış usanmıştı. Varlığını unutanlar sadece kardeşleri olsa yine bir dereceydi… Volkan da pek farklı görünmüyordu. Onun dikkatsizliği yüzünden koltuk kenarları, sehpalar ve hatta ne kadar çıkıntı varsa Tıpış’ın felaketi olmuş, yine de hiç beklemediği anlarda aldığı bu darbelere gıkı bile çıkmamıştı. Tıpış’ın kaderi de böyleymiş deyip geçmiş, bir iki sefer dışında ağabeylerine hiç sızlanmamıştı. Sonuçta doğum şansı diye bir şey vardı ve kahpe felek onu sıranın en sonuna biçimsiz, çelimsiz, çirkin bir parmak -parmak demeye kendi dili de varmıyordu ya- olarak sanki son anda aklına gelmiş gibi ekleyivermişti. Tırnağı bile var ile yok arasındaydı. Volkan ne zaman o tırnağı kesmek istese sanki tırnağın öyle olmasının nedeni o imiş gibi Tıpış’a söver dururdu.
Ama Babuş öyle miydi? Sağlıklı olduğu zamanlarda, Babuş’u bir gören dönüp bir daha bakar, o da tüm gözler üzerindeyken özgüven patlaması yaşayarak sanki cüssesiyle orantılı bas sesiyle ‘ben buradayım, bakın gözleriniz böylesini gördü mü?’ der gibi caka satardı. Özellikle de Volkan parmak arası terlik giydiğinde kendini daha da çok beğenirdi. O vakitler diğer dört kardeşinden farklı bir yere konduğunu hisseder, bu içten içe egosunu okşardı.
Tıpış, en büyük ağabeyiyle beraber bir çeşit kurban olduklarını ve bu yüzden aralarında farklı bir bağ olduğunu düşünüyordu. Ağabeyine yakın olmak istese de Babuş’la hep mesafeli olmuşlardı. Ama ona asıl gönül koyması bir televizyon programı yüzünden olmuştu. O gün Volkan, çıplak ayaklarını pufa uzatmış bir tartışma programı izliyordu. Programın konusu ayak serçe parmağının gerekli olup olmadığıydı. Beş kardeş pürdikkat konuşulanları dinliyorlardı. Konu yüzünden psikolojisi iyice çöken Tıpış, bilimsel kanıtlarla konuşan oturaklı bir profesör, ‘serçe parmak olmasa ayakta bile duramazsınız!’ dediğinde, hafifçe sola doğru bakarak kardeşlerinin tepkisini görmek istemişti. Onu takdir etmeleri şöyle dursun, özellikle Babuş ve Manuş ileri geri salınıyor, sanki bu yoruma katıla katıla gülüyorlardı. Tıpış işte o gün onların gözünde hep işe yaramaz, hep başına bir şeyler geldiği için sızlanan küçük kardeşten öte gidemeyeceğini anlamıştı.
Ortanca kardeşler Yanuş ve Canuş, Tıpış’a göre daha mülayimdiler. Nasıl olmasınlardı ki? Hayatları boyunca ortada olmanın avantajını sürmüşler, hep orta yolcu olmuşlardı. Otoriteyi asla sorgulamazlar, sorun çıkarmaktan kırılasıya korkarlardı. Ne Babuş’un yıllarca yüklendiklerini, ne şu anda Manuş’un çektiklerini ne de Tıpış’ın başına gelenleri yaşamışlardı. Ayakkabı vurması nedir, kenarda olanların başına neler gelir bilmezlerdi bile… Ağabeylerinin yaşadığı bu büyük probleme de tepkisiz kalmış, uzun süre ‘Ne olacak canım, ağabeyimiz toparlanır nasıl olsa, toparlanmasa da bizim hayatımız çok da değişmedi. Ne uzadık ne kısaldık işte. Hem bizim elimizden ne gelir ki? Gelen ağaaam giden paşam…’, diye bakmışlardı.
Ama bu şekilde Babuş’un işlevini yerine getirmekten kaçınması artık onların bile üzerinde baskı oluşturuyordu. Yaz gelmişti ve Babuş yerinde kararlılıkla duramadığından dar ayakkabılar hepsinin korkulu rüyası olmuştu. Sürekli üst üste biniyor, kan ter içinde kalıyorlardı. Bu yüzden sürekli kokuyorlar, Volkan da söylenip duruyordu. Ayrıca artık çok yakınlaştıklarından istemeden birbirlerine zarar verir hale gelmişler, tırnak kesiği günler yaşar olmuşlardı. Bu durumun böyle gitmeyeceği aşikardı. Sonunda dört kardeş büyük ağabeyleriyle konuşarak bu sorunu çözmeye, Manuş’u başa geçirmeye ilk defa Tıpış’a da sorarak karar verdiler. Tıpış en başta itiraz etse de diğer üç kardeş bu kararı almıştı ve en küçük olarak o da onlara uymak zorunda kaldı.
Dördü, her şeyin başladığı o plajda bu konuşmayı yapmanın daha doğru olacağına karar verdiler. Sözcü olarak da konuyu ortaya atan Manuş’u seçtiler.
O gün, sıcak kumlar kardeşlerin arasında geziniyor, üzerlerindeki kötü enerjiyi alıp götürüyordu. Güneş, deniz ve kum Babuş’un bile moralini yerine getirmiş görünüyordu. Bir senedir ilk defa onu biraz gayretli görüyorlardı. Manuş tüm şartların olgunlaştığına kanaat getirince söze girdi,
“Ağabeyim, bu aralar nasılsın? Ağzını ne zamandır bıçak açmıyor?”
Babuş, biraz gayret ederek doğruldu,
“Görüyorsun işte halimi Manuşum, belimi doğrultacak halim yok. Yaşayıp gidiyoruz… Size de iyice yük oluyorum. Kesip alsalar beni bazen diyorum. Sonra güneş doğuyor… Kuma değiyorum, iyi ki yaşıyorum diyorum… Tabii buna ne kadar yaşamak denirse…”
Manuş, onun hep en yakınındaki olmuştu ve duydukları onu bir an duygusallaştırdı. Yine de ağabeyinden icazet isteyerek aile reisi olmayı talep etme konusunda kararlıydı,
“Öyle düşünme, bu günler de geçecek. Sen yine sağlıklı olacaksın. Belki Volkan…”
Sözünü tamamlayamadan, Babuş öfkeyle sözünü kesti,
“Volkan ismini duymak bile istemiyorum. Sebebim oldu. Onu yıllarca taşıdım, bir gün mahçup etmedim. Ama o beni bir an olsun düşünmedi bile… Bir gün size de aynısı olursa sanmayın ki sizleri önemseyecek. Bu dediğimi hiç unutmayın.”
Yanuş ve Canuş ağabeylerine hak verir gibi kafalarını sallamaya başlamışlardı. Konuşan Manuş da da olsa Babuş da olsa bu ikisi sürekli konuşana hak veriyor, akılları bir karış havada sadece dinliyorlardı. Bunu gören Tıpış daha fazla dayanamadı,
“Ne sallayıp duruyorsunuz kafanızı? Hemen her denenin peşinden gitmek, her şeyi onaylamak zorunda mısınız? Bir kere olsun kendi fikrinizi beyan etmeyecek misiniz?”
Babuş, Tıpış’a şöyle bir bakış attı,
“Ah benim küçük kardeşim, sevgimi sana yeterince gösteremedim değil mi? Biliyorum. Hatalarımın farkındayım ama artık çok geç bunu da biliyorum. Keşke içindeki öfkeyi biraz olsun alabilecek olsam.”
“Öfke falan yok benim içimde. Sadece dalkavukluğa dayanamıyorum. Hayatı boyunca hiçbir şey yapmadan öylece yaşayan parmaklara, sırtımı dayadığım ağabeylerim de olsa saygı duyamıyorum.”
Babuş yumuşak bir tavırla sözünü kesti,
“Tıpış… Böyle zamanlarda birbirinize destek olmanız gerekir, köstek değil. Ben sağlıklıyken böyle tartışmalar hiç yapmazdınız. Benim böyle olmamı fırsat mı bellediniz? Hiç yakıştıramadım.”
Yanuş ve Canuş kafalarını sallamaya devam ediyorlardı. Tıpış,
“Yine suçlu ben mi oldum? Neden her kabahat benden biliniyor? Buna dayanamıyorum! Ben büyüdüm artık, benim de düşüncelerim, karakterim var!”
Babuş tam bir şeyler diyecekti ki, Manuş söze çok sert girdi,
“Tıpış sus artık yeter! Burada şımarıklığa yer yok! Biraz büyü artık.”
O anda Babuş, Manuş’un onun rolünü üstlenmek istediğini kavradı. Tıpış’a davranışı hiç hoşuna gitmemişti yine de kontrolü kaybetmeden anlayışlı bir tonda sordu,
“Manuşum, belki de ailenin reisi artık sen olmalısın? Ne dersin?”
Manuş, ağabeyinin sorusunu duyunca heyecanlandı. Yine de temkinli davranmak istedi,
“Yok ağabey sen varken ne haddime. Yani… Sen bunu çok istemezsen tabii…”
Babuş, belini biraz daha doğrulturak, konuşmaya başladı,
“Bakın çocuklar, benim bu durumda olmamın nedeni Volkan falan değil, sizlersiniz”
İlk defa aralarında fikir birliği olmuş gibi, dört kardeş birden itiraz etmeye başladılar.
Kardeşlerinin kendisine karşı olsa da kenetlenmeleri Babuş’un hoşuna gitti, konuşmaya devam etti,
“Neden biliyor musun Manuşum?”
“Neden ağabey?”
“Sen benim iyi olmamdan çok benim yerimde olmak istiyorsun. Ama o yerde olmak kolay değildir. Öncelikle birleştirici olmalısın. Kardeşlerini azarlayamazsın. Ayrıca benim yükümü taşıyabilir misin? Şöyle bir düşün, ağırlık hep sana binecek, ilk nasırlanan en çok su toplayan sen olacaksın, kökünden belki kemik fırlayacak. Bu acıların kaçına aşinasın? Hiçbirine…”
Manuş utanarak başını önüne eğdi, ağabeyinin haklı olduğunu biliyordu. Babuş bu defa Tıpış’a döndü,
“Sen en küçük kardeşim, bana olan kızgınlığın gözünü kör etmiş. Haklı sebeplerin vardır elbet ama seni hep kollamadım mı? Bir gün olsun seni susturdum mu? Sen benim kıymetlimsin. Belki göstermekte kusur ettim ama seni çok seviyorum. Hem sen olmasan biz denge bile kuramayız. Sen bizim için çok değerlisin, fikirlerin de öyle, bunu unutma. ”
Çok uzun zaman önce kaybettiği ağabeyini yeniden bulmuş gibi Tıpış’ın gözleri sevgiyle parladı.
Babuş, daha sonra ortanca parmaklara doğru konuşmaya başladı,
“ Ya size ne demeli. Ekmek elden su gölden, hiçbir sorumluluk almadan yaşamak tek derdinizmiş. Belki bir şeylerin ucundan tutarsınız dedim ama nafile… Ağabeyinizin durumunu zaten hiç umursamadınız bile. Yazık… Sanıyor musunuz ki etrafınızda bunca şey olurken siz böyle huzurlu kalabileceksiniz? Hiçbir şey yapmadan bekler, taraf olmazsanız bertaraf olursunuz. Sizin kardeşlerinize, kardeşlerinizin de size ihtiyacı var.”
Bir süre sessizlik oldu. Şimdi sadece dalgaların sesi duyuluyordu. Babuş, dik durmaya çalışmaktan yorulmuştu. Dinlenmek için biraz Manuş’a yaslandı, diğer kardeşlerine de yaklaşabildiği kadar yaklaşarak konuşmaya devam etti,
“Biz bir olsaydık, gücümüzün farkında olsaydık ve Volkan durumun ciddiyetini kavrayıp yürüyemeseydi ne yapardı dersiniz? Ameliyat olurdu ve ben kurtulurdum. Eskisi gibi güçlü bir aile olurduk. Ben yine size kol kanat gererdim. Bunca zaman taşıdığım yükleri de aynı şekilde bir gün dahi tereddüt etmeden taşırdım. İşte bunlardan dolayı ‘sizin yüzünüzden bu durumdayım’ diyorum. Anladınız mı? Hadi ben kendimi feda ettim diyelim, benden sonra böyle birbirinizi mi yiyeceksiniz? Zaman birlik olma zamanı. Tek başınıza kurtuluş yok unutmayın, hiçbir zaman da olmadı, olmayacak.”
Konuşma tüm kardeşleri etkisi altına almıştı… Manuş, iktidar hırsından uzaklaşarak ağabeyine omuz vermiş, onun bir yıl aradan sonra ilk defa tam anlamıyla dik durmasını sağlamıştı… Tıpış, ağabeyinden duyduğu sözlerden sonra küçücük bünyesinde sanki bir dev taşıyor, kendisini Babuş’un eski zamanlarındaki hali gibi ihtişamlı buluyordu. Şu anda ne bir sehpa, ne bir kanepe onu incitebilirdi. Ortanca kardeşler bile hayatlarında ilk defa cesur ve kararlı, sanki bir kavgaya en önce atlayacak gözü karalıkta görünüyorlardı. Beş kardeş şimdi eski günlerdeki gibi omuz omuza muntazam dizilmiş, aralarında oluşan birlik duygusu hepsine istedikleri her şeyi değiştirebilecekleri gibi bir his vermişti.
O sırada Volkan birden sağ ayağının serçe parmağından başlayan bir uyuşma hissederek dengesini kaybetmiş, artık ayağı için bir şeyler yapmayı kafasından geçirmeye başlamıştı bile…